Özgür Uçkan
Türkiye'de internet sansürünün kısa tarihi… ve mümkün geleceği!
Bu yazı bilinçli olarak akademik bir format kullanmıyor. Türkiye’nin internetle yaşadığı serüvenin nerdeyse tamamını, ilgili sivil toplum kuruluşlarında ve bilişiim hukuku odaklı profesyonel örgütlenmelerde çalışarak, şura, konferans, zirve, çalışma grubu gibi platformlara katkıda bulunarak geçirdim. Türkiye’de internet sansürünün gelişimini konu alan bu yazı tamamen kişisel tecrübelerimin kısa bir özeti niteliğini taşıyor. Bir işlevi var: İnternet sansürünün nerden gelip nereye gittiğini tam olarak bilmeyen yeni kuşaklara bir kısa tarih sunmayı amaçlıyor. Bu tarihi doğrulayacak belgeler internette mevcut ve kamusal bilgi sınıfına giriyor.Yazının ikinci işlevi ise, internet ile ilgili düzenlemeleri yakından izleyen biri ve ilgili konularda politika ve strateji geliştirilen platformların katılımcısı olarak, Türkiye’de sansür ve denetim mekanizmasının mümkün geleceği konusundaki öngörülerimi aktarmak. Yazının bu tarafı tamamen kendi kişisel düşüncelerimden oluşuyor. Umarım yanılırım.
Türkiye’de internet kullanımı, uluslararası gelişimiyle neredeyse eşzamanlı olarak, 1990’lı yılların ikinci yarısında yaygınlaştı. 2001 yılına gelinceye kadar interneti düzenlemek için herhangi bir özel hukuki girişim görmedik. O döneme kadar tek tük müdahalelere örnek olarak, eski Türk Ceza Kanunu’nun 159. Maddesinin 1. fıkrası uygulanarak mahkumiyetle sonuçlanmış iki dava verilebilir: Emre Ersöz ve Coşkun Ak davaları… Her iki dava da kurumları “tahkir ve tezyif etmek” suçlamasıyla açılmıştı. (Daha sonra 159. Madde yeni TCK’ndaki ünlü 301. Maddeye dönüştü.)
İnternet ile ilgili, sansüre de yola açan ilk cezai düzenleme DSP-MHP-ANAP koalisyonundan geldi. Sene 2001 idi. Basın Yayın Yasası’na interneti de dahil edip her yayının bir kopyasının valiliğe ve basın savcılığına gönderilmesini şart koşan, yeni suçlar yaratan bir kanun tasarısıydı bu (Radyo veTelevizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun, Basın Kanunu, Gelir Vergisi Kanunu ile Kurumlar Vergisi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı, T.B.M.M. (S. Sayısı : 682), Dönem: 21 Yasama Yılı: 3).
Bu bir sansür yasası değildi. Çok daha ağır cezai yaptırımlar getiriyordu. İnterneti sadece medyaya indirgeyen bir yaklaşıma sahipti. Örneğin her internet yayınının künyesi ve sorumlusu olmasını istiyorlar ve TCK’nın ilgili yasalarını işleterek ciddi hapis cezaları öngörüyorlardı. 2001-2002 dönemi böyle geçti. Ciddi bir muhalefet yapıldı, Baroları arkamıza aldık, Bilişim STK’ları çok daha aktifti. 1. Bilişim Şurası bu sıralarda toplandı. Kamuoyunu yanımıza çekmeyi bir şekilde başardık. Yasa Cumhurbaşkanı’ndan döndü. Aynı yasayı biraz değiştirip 4676. Sayılı Kanun olarak tekrar Meclis’ten geçirdiler. Yayının basılı kopyasını sunmak komedisi kalktı, ama hakaret, yalan beyan “ve benzeri eylemler” suçlamaları baki kaldı. Yasa, özellikle milletvekillerine yönelik eleştirileri engellemek, meclis dışı siyasal muhalefeti etkisizleştirmek amacını taşıdığı gerekçesiyle yoğun bir biçimde eleştirildi. Yasa tekrar önüne geldiği için Cumhurbaşkanı onaylamak durumunda kaldı ve yasa geçti.
Bu arada TCK’daki bilişim suçları ve internetle ilgili sorunlu maddeler de DSP-MHP-ANAP koalisyonunun eseridir. Bu aynı hükümet, Genelkurmay Başkanlığı’nın hazırladığı Bilgi Güvenliği Yasasını da çıkarmaya çalıştı. Ama yasa geri çekildi. Çokuluslu şirketler ciddi karşı lobi yaptı, çünkü kantarın topuzu kaçmış, şirket gizliliği diye bir şey kalmamıştı. Her türlü bilgi devlet malı haline geliyordu. Şirketleri kollasalardı, kişisel mahremiyeti tümüyle hiçe sayan bu yasa da sorunsuz bir şekilde geçerdi. Yani küresel kapitalizmin de yararları oluyor!
Medeni Kanun’da yer alan hakaretle ilgili maddelerin internete uygulanması da bu hükümet döneminde başladı. Şimdi Adnan Oktar o dönemde yerleşmiş hukuki tenayülleri kullanarak sitelere erişimi engelletebiliyor.
Bilişim hukukunun tartışılmaya başlandığı 2000 yılından 2002’nin sonuna kadar, DSP-MHP-ANAP koalisyonu internet ve bilişimle ilgili tek bir olumlu düzenleme yapmadı, sadece olumsuz düzenlemeler geliştirdi. Meraklısı 1. Bilişim Şurası’nın Hukuk Raporunu okusun. Hala internette. (2. Bilişim Şurası Raporu, nedendir bilinmez, yayından kaldırılmış. Taslak raporu şuraya yerleştirdim.)
Sonra kriz patladı, hükümet düştü. Ak Parti dönemi başladı. İlk hükümet dönemi, bazı güzel hayallerle geçti. İvme kazanan Avrupa Birliği uyum sürecinin de bir gereği olarak, STK’larla çalışacağız dediler, bazı olumlu düzenlemelerle ilgili olarak görüşlerimize başvurdular. Bilgi ve iletişim teknolojilerinini bilgi toplumu ve bilgi ekonomisi hedeflerinin koordinasyonu için e-Dönüşüm Türkiye İcra Kurulu’nu kurdular, STK’ların da en azından “izleyici” olarak katılmasına izin verdiler. Sadece olumlu düzenlemeler yapacağız dediler. Yıllardır çıkması için uğraştığımız, bir önceki hükümetin yüzüne bile bakmadığı e-imza yasasını geçirdiler mesela. Sonradan kadük hale gelse de, Bilgi Edinme Yasası o dönemde geçti (yasayı kadük hale getiren bürokrasi ve kolluk kuvvetleridir, yasayı istisnalarla delik deşik edip, rövanşını “Devlet Sırrı” kavramıyla aldılar).
Herkes internet sansürünü 2007’den başlatma eğilimindedir. Oysa 2001-2006 yılları internet sansürünün yükseliş dönemidir. 2000 ile 2007 yılları arasında, sanıldığının aksine, bir çok site engelleme olayı yaşanmıştır. Nedense bunlar pek göze batmadı. Başta Türk Ceza Kanunu’nun ilgili madeleri olmak üzere, Medeni Kanun, Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gibi düzenlemelerin hükümlerine dayanarak, yetkili mahkemeler tarafından verilen pek çok erişim engelleme kararı, doğrudan internet servis sağlayıcıları tarafından uygulandı. (Bunların en ünlüsü subay.net sitesidir.) Bu engelleme kararlarının büyük kısmı, devleti ve kurumlarını aşağılama gerekçesiyle verildi. 2005’te MÜYAP’ın FSEK yoluyla “yetkili kurum” statüsü kazanmasıyla engellemelerin sayısı bir anda arttı. 2005-2007 arasında 1500’den fazla site sadece MÜYAP girişimiyle engellendi. (Son MySpace ve Last FM engellemeleri de olayı taçlandırdı)
Sonra Ak Parti’nin ikinci dönemine girdik. Ortam sertleşmeye ve AB süreci tavsamaya başladı. 2006 sonu ve 2007 başı, etkili bir medya operasyonuyla, önce satanizm, sonra da çocuk pornografisi bahanesiyle internetin “halk düşmanı” ilan edildiği dönem oldu. Gençler ve çocuklar internetten korunmalıydı, yoksa ya satanist olup intihar edecekler, ya da çocuk tacizcilerinin eline düşeceklerdi Böyle bir hava estirildi. Önce Adalet Bakanlığı 2006 Haziran’ında bir taslak hazırlamaya başladı. Taslak bir ceza hukuku metniydi ve bilişimle ilgili tüm suçları bir torbaya atıp tüm cezaları da ½ oranında artırmayı amaçlıyor, hatta yeni suçlar yaratıyordu. Taslak sansür değil kıyım yasasıydı. Sessizce ortadan kayboldu.
Bir başka taslak daha hazırlanmaya başlandığı duyuldu. Bu kez taslak metin içerik suçlarını düzenleyecek, bunu için de AB Siber Suçlar Konvansiyonu’na uygun olarak iki temel suçu ele alacaktı: Çocuk pornografisi ve ırkçılık… İnternet ve bilişim hukuku ile ilgili sivil çevreler olarak, bizler bu taslağa destek vermeye karar verdik. Bu konuda çeşitli görüşler üretip Adalet Bakanlığı’na sunduk.
Ancak bu sırada Ulaştırma Bakanlığı’nın internet operasyonunun başladığını bilmiyorduk. İnterneti ve giderek tüm bilgi ve iletişim teknolojilerini Ulaştırma Bakanlığı’na bağlama operasyonu….
Konuyla yeterince ilgil olmayan diğer bakanlıklar ve bu arada Adalet Bakanlığı devre dışı bırakıldı ve çocuk pornografisi taslağının yerine yerine 5651 kod adlı internet sansür yasasını geçiriverdiler! Bizim üzerinde çalıştığımız taslak da diğer bilişim suçları kanun taslağı gibi gizemli bir şekilde ortadan kayboluverdi…
5651 Sayılı “İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun” Meclis’ten hızla geçti. CHP Milletvekili Osman Coşkunoğlu dışında bu yasaya muhalefet eden tek bir milletvekili bile olmadı. Hatta muhalefet partileri “Torba Yasa”nın içini daha da doldurmak için uğraştı. Atatürk’e hakaret de bu arada muhalefet milletvekillerinin önerisiyle torbaya girdi, ama neyse ki “laikliğe ters davranış” gibi ekstra öneriler devre dışı kaldı! Yasa Cumhurbaşkanı’na gönderildi. 2002′de RTÜK yasasını hak ve özgürlükleri kısıtlıyor diye geri çeviren Cumhurbaşkanı Sezer, 2007′de 5651′i şak diye onayladı… (İktidar erozyonuyla gelişen “devlet refleksi” olsa gerek…)
Yasa çıktıktan sonra, interneti hedef alan dezenformasyon kampanyasının birdenbire dindiğini gördük. Satanistler ortadan kayboldu. Çocuk pornografisi suçlamasıyla tutuklananların çoğu salıverildi (çünkü “yakalanan” materyalin çocuk pornografisi değil yasal porno olduğu anlaşıldı). Ama bu bilgi toplum hafızasında hiç yer tutmadı (Ben bu durumu, ilk körfez savaşı sırasında tüm medyanın kullandığı petrole bulanmış zavallı karabatak kuşunun, aslında Fransa açıklarındaki tanker kazasının kurbanı olduğu anlaşıldığında, bu dezenformasyon ortaya çıktığında, hiç bir tepkinin doğmamış olmasına benzetirim).
5651’in ne demek olduğunu anlatmayacağım. Yakın tarihin bu bölümünü herkes yeterince biliyor: 3000’den fazla sansürlenen site, yönetmeliklerle giderek ağırlaştırılan ve sansüre denetimi, izlemeyi, dinlemeyi de ekleyerek bireysel hak ve özgürlükleri ihlal eden bir mekanizma… Oto-sansürün yaygınlaşması, kurum ve kuruluşların, üniversitelerin, belediyelerin keyfince uyguladığı filtreleme ve denetim sitemleri… Böylece Türkiye internet sansürcüsü ülkeler ligindeki yerini almış oldu…
Peki, Ulaştırma Bakanlığı’nın internet operasyonu nasıl yürüdü? Önce E-Dönüşüm İcra Kurulu’nu kadük hale getirdiler. Bu kurul, kısmi bir yönetişim ve katılım sistemiyle bilgi ve iletişim teknolojileri hakkındaki politika, strateji ve eylem planlarının üretilmesinden sorumluydu. İçinde dört bakan, bir başbakan yardımcısı, meslek örgütleri, ilgili kamu kurum ve kuruluşları ve STK’lar bulunuyordu. Gerçi sivil katılım izleme ile sınırlıydı, ama bu bile birşeydi. Kurul’un başında o zamanki Devlet Bakanı Abdüllatif Şener vardı. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) de kendisine bağlıydı. DPT kurulun sekreteryasını yürütüyordu. DPT, bir planlama teşkilatı olarak odağını e-devlete çevirdi ve STK katılımcısı bizlerin tüm uyarılarına rağmen “bilgi toplumu” ve “bilgi ekonomisi” gibi çok daha geniş hedeflerle ilgili herhangi bir yaklaşım geliştirilmedi. Bu boşluk da Ulaştırma Bakanlığı tarafından gayet iyi bir şekilde değerlendirildi.
2006 yılında “Bilgi Toplumu Stratejisi” ve ekli Eylem Planı ortaya çıktığında, ana odağın mekanik e-devlet çalışmalarından ibaret olduğunu ve internet ile ilgili tasarruf yetkisinin Ulaştırma Bakanlığı’na havale edildiğini gördük. Onlar da beklendiği gibi, merkeziyetçi paradigmayı aynen internete uygulamaya koyuldular.
Normalde Telekom sektöründe serbestleşmenin sağlıklı yürümesi için icat edilen ve bağımsız olması gereken Telekomünikasyon Kurumu’nu (TK) kendilerine bağlayıp, sonra da Elektronik Haberleşma Kanunu (EHK) kapsamında adını değiştirip (Bilgi Teknolojileri Kurumu – BTK) bu mekanizmanın çekirdeği haline getirdiler. TK daha önce de işlevini tam olarak yerine getiremiyordu (Telekom sektöründe fiili tekel hala devam ettiğine göre serbestleşmeden söz etmek ironik olur!), Koalisyon döneminde MHP’nin kadrolaşma odağı haline gelmişti ve böyle devletçi temayüllere hep teşneydi. Ak Parti, EHK kapsamında kurumun adını, işlevini değiştirip TK’yı MHP kadrolarından temizledi ve kendi kadrolarıyla bilgi ve iletişim teknolojileri ve internet düzenleme, denetleme ve yönetim kurumuna dönüştürdü.
2007 sonunda ortam gerilip Cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldıktan sonra, kabine değişikliği oldu. Abdüllatif Şener gitti, yerine Nazım Ekren geldi. Sonra o da gitti derken, e-Dönüşüm Türkiye İcra Kurulu tamamen etkisizleşti. Bütün bu süreçte Kurul’a vekaleten başkanlık eden kişi Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım idi…
Bu operasyon sürerken, yasalar çıkarken, muhalefet, yani ne CHP ne de MHP gıkını çıkarmadığı gibi sonuna kadar da destek verdi. Nitekim 5651′in böyle torba bir yasa haline gelmesi, Atatürk meselesinin işin içine sokulması bu iki partinin eseridir.
Yani demem odur ki, ne zaman internet rüştünü ispatladı, ordu, emniyet, istihbarat ve bürokratik elitler bastırmaya başladı, bu işe el atın, diye. 2001-2005 döneminde gördüğümüz olumsuz düzenleme örnekleri bu baskının bir sonucudur. Siyasilerin de canına minnet. İnternet gibi dinamik, ele avuca gelmez bir ortamı başıboş bırakmaya gönülleri razı olmadı! Ak Parti’nin ilk döneminde havanın biraz değişip sansür ve denetim mekanizmasının yeraltı nehri gibi akması, yapılan tek tük olumlu düzenlemeler, sadece AB sürecinin dinamizmi yüzündendir. (O dönemde ciddi bir baskıcı girişim olmadığı için toplumsal tekpi de yoktu. Siteler sessizce, dağıtık mahkeme kararlarıyla ve ISS’ler eliyle engelleniyordu.)
Kısacası bu konunun siyasi partilerle değil, Türkiye’deki bürokratik devlet mekanizması ve onun merkeziyetçi yönetsel modeliyle ilgisi var. İktidara kim gelirse gelsin, kamu yönetim reformu yapılıp bu mekanizma dönüştürülmeden, birey hak ve özgürlüklerine saygılı bir demokratik hukuk devleti kurulmadan, daha ne sansür, ne izleme, ne denetlemeler göreceğiz! Elbette, bir de AB uyum sürecini vargücümüzle desteklememiz gerekiyor! Çünkü hak ihlallerinin önündeki en büyük engel bu süreç…
Şimdi de gelelim bu işin nasıl devam edeceğine ilişkin öngörülerime…
Şu habere bir bakın: “Ulaştırma Bakanlığı, 27 Eylül – 1 Ekim tarihleri arasında İstanbul’da 10. Ulaştırma Şurası’nı gerçekleştirecek. Ulaştırma Şurası öncesi gerçekleştirilen İletişim Altyapı Çalıştayı sonucunda hazırlanan raporda “Türkiye’nin 2023 Bilişim Hedefleri”ne ilişkin 105 ana hedef belirlendi.”
Bu Şura’da internetle ve BİT ile ilgili önemli hedefler konuşulacak. Bu tür platfomlarda çok bulunduğumdan, hele de 2023 gibi herkesin bayıldığı sembolik bir tarih hedeflenmişken, neler konuşulacağını gayet iyi tahmin ediyorum. Ama bu kez işin arka planında farklı dinamikler de olabilir. Bu Şura o kadar kapsamlı ki, şimdiye kadar farklı bakanlık ve kamu birimlerine adreslenen bir sürü konu, nedense gelip Ulaştırma Bakanlığı’na bağlanıyor. Adı “Ulaştırma Şurası” olan bir platformda bu bilişim hedeflerinin konuşulması yeretince ironik değilmiş gibi!
Bence bu toplantı Ulaştırma Bakanlığını’nın internet ve tüm bilgi ve iletişim teknolojileri sektörü ile ilgili planlarını taçlandıracak. Bu tür konular eskiden e-Dönüşüm Türkiye İcra Kurulu’nun gündemiydi. Ulaştırma Bakanlığı bu kurulun kadük kalmasıyla birlikte mevzileri birer birer ele geçirmeye başladı.
Ama hatırlayalım, bu operasyon daha önce başladı… Taa 2006′da… Ulaştırma Bakanlığı önce Adalet Bakanlığı’nı by-pass edip 5651 çıkarıp TK’yı işin içine sokup interneti kendine bağladı. Sonra TK’yı BTK yapıp tüm BİT sektörünü benden sorulur dedi. Bu arada 5651 kapsamında oluşturulan bir kurul olan İnternet Kurulu’nu da bünyelerinde kurup, STK’ları içine alıp bir tampon mekanizması oluşturdular. Böylece Bilişim STK’larını etkisiz hale getirdiler.
Operasyonun bir sonraki adımı bakanlığın adını değiştirip Bilgi Teknolojileri ve Ulaştırma Bakanlığı yapmak…
Bu arada, Başbakanlık bünyesindeki e-Devlet Danışma Kurulu bir yasa taslağı hazırladı (E-devlet ve Bilgi Toplumu Yasa Taslağı). Bu taslağa göre bir kurul oluşturulacak ve e-devletle ilgili konular onlardan sorulacak. Buradaki niyet, kadük olan e-Dönüşüm İcra Kurulu yerine Başbakanlık bünyesinde yeni bir kurumsal yapı oluşturmak. Burada bir işbölümü ortaya çıkıyor…
Ulaştırma Bakanlığı çok geçmeden, önce BTK’nın yetkilerini genişleten bir yasa tasarısı, sonra da bakanlığın adını değiştirecek bir başka yasa tasarısı gündeme getirecektir. Bunu yapabilir, çünkü Başbakan e-devlet konusunu umursamakla birlikte, geri kalan konularla Ulaştırma Bakanı’nın ilgilenmesinden memnun olacak gibi görünüyor. Dolayısıyla Başbakanlık’taki danışma kurulunun işi zor (bu arada hazırladıkları yasa tasarısı tamamen merkeziyetçi ve başarısız olmuş eski yapının zaaflarını şiddetlendirerek yansılayacak gibi görünüyor. Bkz. “e-Devlet ve Bilgi Toplumu Kanun Tasarısı Taslağı”: Yönetişim fobisi, Özgür Uçkan)
Sansürün geleceğinde, üç vadeye kadar, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın devreye girmesi ve HADOPI-OPPSI yasalarından “esinlenilen” yeni Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nu görüyorum! Bu konuda Ulaştırma Bakanlığı da destek olur, çünkü yeni yasaya göre izleme-denetleme işini BTK bünyesindeki TİB (Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı) yapacak. Bu da TİB’e iyi bir bütçe aktarımı ile IP bazlı izleme için yeni bir sistemin kurulmasıyla mümkün olacağına göre! Al gülüm ver gülüm..
Bütün bunların üstüne Genelkurmay Başkanlığı, çekmecesindeki Ulusal Bilgi Güvenliği Yasa Tasarısı’nı çıkarırsa, olay taçlanır o zaman.
Hala kişisel verilerimizin hukuki korunma altında olmadığını, bu konudaki yasa tasarısının yıllardır Meclis’e gelip gelip geri döndüğünü, kolluk kuvvetlerinin istisna talepleriyle delik deşik olmuş bir şekilde çıkarsa da kadük olacağını düşünürsek (Bkz. Bilgi Edinme Hakkı Kanunu’nun devlet sırlarıyla kadük hale gelmesi…), işimiz zor…
Yani, sansür mekanizması, dinleme, izleme, denetleme mekanizmalarıyla birleşerek büyüyecek, anayasal hakkımız olan düşünce ve ifade özgürlüğümüzün yanı sıra iletişim özgürlüğümüz ve bireysel mahremiyet hakkımız da ihlal edilecek demektir.
Daha önce söyledim. Ama tekrarlamam gerek: Bu mekanizma siyasi partilerin eseri değil. Bu, merkeziyetçi, hantal, atıl ve eski paradigmaya bağlı yönetsel modelin ve onun ürünü olan bürokratik sistemin eseri…
İktidar, zannettiğiniz gibi hükümetten değil, bu devasa sistemden oluşuyor. Kimin hükümet olduğu değil önemli olan, sistemin özü önemli. O yüzden bu kısa tarihte de bir “devamlılık” görüyorsunuz.
İktidarlar her yerde “düzenleme”den denetlemeyi, izlemeyi ve yönetmeyi anlarlar. Demokrasi bu anlayışın birey lehine denetlenmesi ve kısıtlanmasıdır. Hukuk devleti budur: hukukun bireyi devletten koruduğu, bu amaçla devleti denetlediği, açık, şeffaf, sorumlu ve hesap verebilir sistem…
Bu yazıda sergilediğim gelecek öngörüsü, tecrübelerime dayanarak edindiğim, “distopik” bir bakış… Yani, bu kısa geçmişte olup bitenleri alıp mantıksal sonuçlarına doğru izlediğimde böyle bir gelecek tasarımı elde ediyorum. Umarım yanılıyorumdur.
Ama şuna da inanıyorum: Eğer yanılırsam, beni yanıltacak olan “onlar” değil, sizler, “net vatandaşları”, netdaşlar olacaksınız!