Şiddet, şiddetsizlik ve mülkiyet tahribi sorusu, en az 19. yüzyıldan beri anarşizmin peşini bırakmıyor.

Bunun neden bir sorun olması gerektiğiyle ilgili bariz sebepler var. Diğer yandan, anarşistlerin neden şiddete süpheyle yaklaşabileceğiyle ilgili sayısız sebep var. Bir kere anarşistler, kişinin direniş biçiminin, onun yaratmak istediği dünyayı cisimleştirmesi gerektiği ilkesiyle yola başlarlar. Neredeyse hiç kimse daha şiddetli bir dünya yaratmayı dilemez. Anarşistler hiyerarşisiz çizgilerde örgütlenmeye çalışırlar, ve bunun yalnızca daha adil değil, daha etkili olduğunu da ileri sürerler. Şiddet —özellikle saldırgan şiddet— yukarıdan aşağı, emir temelinde örgütlenmekten daha etkili görünen insan aktivitesinin biçimlerinden biridir. Bu, ve doğal sonucu, gizliliğe, savaşa daha çok hazırlanmaktan emin oldukça demokratik şekilde örgütlenmenin zorlaşmasına ihtiyaç duyar.

Öte yandan, anarşistler bir toplumsal devrim görmek istiyorlar ve bunun herhangi bir şiddetli çatışma olmadan nasıl olabileceğini hayal etmek zor.

Dahası, aynı zamanda bireyin ahlaki özerkliğinde de ısrar ederler, ve yönetilmekten oldukça rahatsız olmaya yönelirler. İlkesel olarak neyin meşru bir direniş eylemi, neyin doğası itibariyle gayri meşru iktidar olduğuna karar vermek, direnen kişiye bırakılmalı. Şimdi, burada işleri dallandırmamak önemli: pratikte, sözsüz anlaşmalar her zaman vardır. Daha önceki bölümlerde gördüğümüz CLAC’ın “taktiklerin çeşitliliği” ilkesi, SalAMI gibi pasifistlerin kulağına “her şey serbest” gibi gelmiş olabilir, ama bu, kimsenin patlayıcılarla veya silahlarla gelmeyeceği ortak anlayışında önceden belirlenmiştir. Bu kesinlikle düşünülemez. Benim deneyimim geçerliyse, eğer biri bunu önermiş olsaydı, tam da bu nedenle derhal bir polis ajanı olduğu varsayılırdı. Bununla birlikte, bu tür sözsüz anlaşmalar eylemciler arasında da mevcuttur. Eğer dışardan birisi katılırsa, kişi onun ne yapacağı ile ilgili asla emin olamaz. Örneğin Quebec’te, “Fransız çetecilerin” bir anda silahlarla duvarın ötesinde belireceğiyle (yani suçun otomatik olarak kendi üzerlerine atılacağı bir hareketle) ilgili Kara Blok çevresinde dolaşan bir korku hikayesi vardı. Seattle’da, Kara Blok’un şirketleri dikkatle hedef alarak yaptığı tahribatı birkaç durumda yerel Afrikalı-Amerikalı gençlerin fırsatçı yağma olayları izledi. Bu durumda, Blok’taki herhangi birinin itiraz etmesi olası değildir. Bir noktada bütün mevzu, ezilen toplulukların ayaklanıp size katıldığını görmektir. Ve St. Jean Baptiste’deki gibi bu ezilen topluluğun kabul edilebilir taktik standartları sizinkinden çok farklı olabilir. Her neyse, birçok büyük hareket (Quebec City dahil) aynı zamanda benim “sarhoş cemiyet çocuğu sorunu” olarak adlandırdığım şeyden — eylemcilerinkiyle hiçbir alakası olmayan, hatta sağcı bile olabilen görüşlere sahip genç insanlar tarafından eğlencesine yapılan fırsatçı şiddetten — birkaç bölüm izlemiştir. Avrupa’da bu, baskıcı önlemlerin bir bahanesini bulmak için gerçekten polis tarafından teşvik ediliyor. Bunun en uç örneği Cenova’da yaşandı; polis görünüşe göre bu tür şeylere göz yumacaklarını haber verdi ve Avrupa’nın her yerinden faşistler ve futbol holiganları oraya akın etti.

Yine de, Cenova uç bir örnekti ve bu genelde küçük bir sorun yaratır. Anarşistler için en kötü ahlaki ikilem, anarşist ilham aldığını iddia eden izole bireyler gerçekten şiddet içeren bir şey yaptıklarında ortaya çıkar. Yine, geçen yüzyılın başında devlet başkanlarına suikast düzenleyen anarşistler muhtemelen en dramatik örnektir. Bu tür suikastlerle ilgili en büyüleyici şey, yapan kişilerin büyük çoğunluğunun anarşist örgütlerde aktif olan kişiler değil, izole bireyler tarafından yapılmalarıdır. Bir çoğu anarşist ilkelerin ne olduğuyla ilgili en belirsiz fikirlere sahipti. Ne var ki, eğer kişi ahlaki otonomi ilkesini ciddiye alıyorsa, bu eylemlere tamamen gayri meşru olarak bakmak zordur. Anarşist bir perspektifle, kişilerarası herhangi bir şiddet eyleminde bulunmanın meşru olduğu ölçüde; devlet başkanları, büyük kapitalistler, veya yüksek yetkililer açık bir şekilde en meşru hedeflerdir. Bunun yerine küçük bir ordu oluşturup polis karakollarına veya ordu postalarına saldırarak — dahası kişinin karşı çıktığı politikalarla hiçbir şekilde doğrudan sorumlu olmayan sıradan insanları öldürmeye çalışarak — daha geleneksel bir gerilla savaşı stratejisi benimsemek açıkça daha sorunludur. (Aslında, suikastin savaştan üstün olduğunu herhangi bir ahlaki standartla reddetmek zordur.) Diğer yandan, devlet başkanları bu tür bir mantığı oldukça karşı çıkılabilir bulmaya eğilimli olduğu için, sonuçları sürekli felaket getirecektir. Pyotr Kropotkin ve Emma Goldman gibi anarşist yazarlar, esas olarak anarşist fikirlerin yaygınlaştırılmasıyla ilgilendiler, sıklıkla bu tür insanlarla ilgili ne söyleyip ne yapacaklarıyla ilgili acı içinde mücadele ettiler. Onları kınamak meşru muydu? Onlara nasıl bir dayanışma borçluyduk? En azından dünyaya kendi bakış açılarını açıklama sorumlulukları yok muydu? Kırılan camlar ve mülkiyet tahribiyle ya da Quebec City’de molotof olasılığıyla ilgili tartışmalar, basitçe aynı şeyin daha yeni versiyonudur.

Yalnızca iki veya üç yıl süreyle de olsa sahnede bulunmuş eylemciler bile bu tür meselelerde sürekli olarak tekerleği yeniden icat etme ihtiyacından yakınırlar. Ne zaman büyük bir eylem olsa, herkes tam olarak aynı tartışmalardan geçmek zorundadır. Bazıları karşılaşmalı taktiklerin veya mülkiyet tahribinin eylemcileri toplumun gözünde yalnızca kötü göstereceğini tartışır. Diğerleri de ne yaparsak yapalım şirket medyasının bizi iyi göstermeyeceğini tartışır. Bazıları Starbucks camını kırarsan haberlerdeki tek hikayenin bu olacağını, herhangi bir konunun dikkate alınmasını etkili bir şekilde donduracağını tartışır; diğerleri de eğer mülkiyet tahribi olmazsa haberlerde eylemin esamesinin bile okunmayacağını söyleyerek yanıtlar. Bazıları karşılaşmalı taktiklerin eylemcileri ahlaki yüksek zeminden yoksun bırakacağını iddia eder; diğerleri bu insanları elitist olmakla suçlar ve sistemin şiddetinin, onunla karşı karşıya gelmeyi reddetmenin kendisinin etkili bir şekilde şiddetin kabulü olacak kadar baskın olduğunda ısrar ederler. Bazıları militan taktiklerin şiddetsiz protestocuları tehlikeye attığını tartışır; diğerleri, yazılama yapanları ve cam kıranları fiziksel olarak tehdit edecek bir çeşit barış polisi oluşturulmadığı sürece, ki bazıları muhtemelen yine de cam kıracaktır, eğer öyleyse, endişelenenler için militanları izole etmekten ziyade onlarla işbirliği yapmanın daha güvenli olacağında ısrar ederler. İşin sonunda kaçınılmaz olarak aynı çözüme varılır: kimse gerçekten bir başka insana saldırmıyorsa, önemli olan dayanışmayı sürdürmektir. İsteyeceğiniz son şey Seattle’daki gibi camları kırmaya çalışan anarşistlere pasifistlerin fiziksel olarak saldırdığı veya polise teslim ettiği bir durum yaşamaktır. Birçok kişi sonucun kaset gibi ileri sarılması için dua edeceğiniz kadar kaçınılmaz olduğunu belirtiyor, ancak aynı zamanda birçoğunun da belirttiği gibi ne zaman büyük bir eylem olsa, görünüşe göre harekete yeni katılanların tüm bunları kendileri halletmeleri gerekiyor.

Bir sonuç vardır ki, anarşizm içinde bir çeşit sabit paradokstur. Bu, pasifist anarşistlerin bulunamayacağı anlamına gelmez. Çok sayıda pasifist kendisini anarşist olarak görüyor. Ancak pasifist olmayan çağdaş anarşistler, pasifizmle herhangi bir ilişkide bulunmaktan kaçınmaya yöneliyor, ve aslında — daha geniş bir perspektifte, fikirleri ve uygulamaları diğer geleneklerden çok bu gelenekten doğmasına rağmen — kelimenin kullanılmasına dahi şiddetli bir kınamayla tepki vermeleri muhtemeldir. İçgüdüsel olarak kendini Martin Luther King veya Gandhi’den daha fazla Malcolm X’in tarafına yerleştirmek istemeyen bir anarşist bulmak zordur; bununla birlikte genel yaklaşım açısından Gandhi’nin “görmek istediğin değişim ol” sözünün, Malcolm X’in “ne pahasına olursa olsun” sözünden binlerce kez daha fazla anarşist ruha sadık kaldığı gerçeği ortada duruyor—ve Gandhi’nin kendisi, kendi fikirleri ve anarşizminin güçlü bir felsefi yakınlığını tanıdı, Malcolm X ise bunu kesinlikle yapmadı. “Ne pahasına olursa olsun,” aslında, anarşizmin sürekli olarak reddettiği “amaçlar araçları meşrulaştırır” mantığına berbat bir şekilde çok benziyor. Ne var ki, pasifistlerle olan pratik kızgınlıklar, kendini en radikal seçenekle tanımlamanın kaçınılmaz içgüdüsüyle birleşince, neredeyse sürekli olarak anarşistlerin her şeye rağmen kendilerini Malcolm X’le tanımlamasına sebep oluyor.

Bugünlerde çoğu anarşist, örneğin Kızılderili aktivist Ward Churchill’in Pacifism as Pathology (1998)’si gibi, pasifizmin kendisinin beyaz liberallerin kendilerini iyi hissetmeleri için bir yol olduğu, ezilen kesimlerin böyle lüksleri olmadığı, ve —Gandhi’nin veya King’inki gibi— belirgin istisnaların yalnızca düşmanlarının daha şiddetli alternatiflerden korktuğu için mümkün olduğu gibi argümanlardan alıntı yapmaya bayılıyorlar. (Churchill gibi yazarların aynı zamanda askeri tarzdaki liderlik lehine anarşist hiyerarşi eleştirilerini reddetmeye yönelmeleri, önemsiz olarak silinip atılmakta veya belirtilmemektedir.)[22] Ancak Churchill’in Kızılderili olduğu gerçeği önemlidir. Gerçekte, çok az Kuzey Amerikalı anarşist cam kırmaktan öteye geçer; neredeyse hepsi başkalarına herhangi bir şekilde zarar vermekten dikkatle kaçınır. Zaman zaman gazetecilere işaret ettiğim gibi, Kara Blok anarşistlerine, onlarla vakit geçirirken ve gözlemlerken sürekli olarak “şiddet içeren” eğlenceli şakalar bulmamak zordur, örneğin bir sivrisinek öldürmenin gerçekten haklı olup olmadığını tartışmaktan veya solucanlara basmaktan dikkatli bir şekilde kaçınmak gibi. Çatlamanın başladığı asıl nokta dayanışma sorunlarıdır. Sürekli şiddetsiz bir pozisyon almak için, örneğin Chiapas’taki Zapatistalara silahlı isyan yürütmelerinin aslında yanlış olduğunu, veya Kara Panterlere bir avuç orta sınıf beyaz anarşistin onlara ne tür taktikler kullanacaklarını söylemek için daha fazla yetkisi olduğunu söylemeniz gerekiyor. Anarşistlerin pasifistlerle ortaklaştığı topluluk inşası ve ezilen gruplarla dayanışma arasındaki bu bölünme, kitap boyunca değinilecek sürekli bir ikilemdir.

Tarihsel olarak anarşizmin bir devrimci hareket olarak çoğunlukla barış zamanlarında ve geniş bir şekilde demilitarize toplumlarda başarıldığını gözlemlemek ilginçtir. Eric Hobsbawm’ın not ettiği gibi (1973:61), 19. yüzyılın sonlarına doğru, tüm Marksist partiler hızlıca reformist ve sosyal demokrat olurken, devrimci Solun merkezinde kalan anarşizmdi.[23] Bazı şeylerin gerçekten değişmesi 1. Dünya Savaşı ile ve Rus Devrimi’yle oldu. Geleneksel tarihyazım anarşizmin reddine ve Komünizmi diğer coğrafyalara sıçramasına neden olan şeyin Sovyetler Birliği’nin kuruluşu olduğunu varsayar. Yine de, buna başka bir şekilde bakılabileceğini düşünüyorum. 19. yüzyılın sonlarında birçok insan endüstriyelleşmiş iktidarlar arasındaki savaşın modasının geçmeye başladığına inandı. 1900’lü yıllara kadar pasaportların kullanımı bile çağdışı barbarlık olarak görülüyordu. Sömürgeci maceralar hep değişmez olmuşken, mesela İngiltere ve Fransa arasındaki bir savaş bugün olduğu kadar düşünülemez görülüyordu. Görünüşe göre 1914’te başlayan ve 1989 veya 1991 civarı bitmiş olan “kısa 20. yüzyıl,” bunun aksine insanlık tarihinin muhtemelen en şiddetlisidir. Büyük iktidarların devamlı olarak dünya savaşı çıkarmakla veya savaşa hazırlanmakla meşgul olduğu bir yüzyıldı. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, anarşizm gerçek dışı görünmüş olabilir. Devasa mekanize ölüm makineleri oluşturmak ve işletmek, tanım itibariyle anarşistlerin asla başaramayacağı bir işti. Halihazırda emir-komuta yapısında örgütlenmiş olan ve büyük mekanize ölüm makinelerini örgütlemekte özellikle iyi olduğunu kanıtlamış olan Marksist partilerin anarşistlerle karşılaştırıldığında fazlasıyla pratik ve gerçekçi görünmüş olması şaşırtıcı değildir. Bu durum ve Soğuk Savaş bittiği anda ve endüstrileşmiş iktidarlar arasındaki şiddetli çatışmalar tekrardan düşünülemez olduğunda devrimci solun tam merkezinde uluslararası bir hareket olan anarşizmin tekrardan ortaya çıkması mantıklıdır. Şaşırtıcı olan şey bunun anında gerçekleşmiş olmasıdır.

Dahası, militan anarşist taktiklerin etkililiğinin, toplumun efektif bir şekilde demilitarizasyonuna dayanmaya meyilli olduğu söylenebilir. Burada, Almanya veya İtalya’daki işgal evleri üzerine gerçekleşen çatışmaları veya anarşistlerin ve onların yerel benzerlerinin polisle savaşabildiği, bölgeyi TOMA’lara ve biber gazlarına karşı taşlarla koruyabildiği ve çoğunlukla kazandığı Japonya’da Narita havaalanının genişletilmesi üzerine yaşanan çatışmaları dikkate alalım. Amerika Birleşik Devletleri’nde bunun gibi bir şey düşünmek zor. Amerika’da polisler basitçe kendilerinin kaybetmesine izin vermezler. Bir işgal evine zorla girmeye karar verirlerse, işgal evi kaybedilecekse, işgal evini savunmanın tek nedeni polisin işini gelecekte diğer işgal evlerine saldırmadan önce tereddüt edeceği ölçüde zorlaştırmaktır. Bunun nedeni sadece Amerikan toplumunun yoğun şekilde polisleşmiş olması değildir; bunun sebebi aynı zamanda — hepsi önemli ölçüde ölçüde eski Mihver güçleri olan — Almanya’nın, İtalya’nın ve Japonya’nın etkili bir şekilde demilitarize olmasıdır. Polise karşı dik duruşlu savaşlar yalnızca halk dahil herkesin neredeyse kimsede ateşli silah olmadığının farkında olduğu toplumlarda mümkündür ve bu nedenle çoğu suçlunun ağır silahlı olduğu varsayılabilen bir topluma uygun polis taktikleri – örneğin SWAT ekipleri – son derece uygunsuz görünür. Ve kesinlikle, ateşli silahların ve askeri uzmanlığın daha erişilebilir olduğu Avrupa ülkelerinde (Rusya’yı, Arnavutluk’u, eski Yugoslavya’yı veya bu konuda Irak’ı düşünebiliriz) klasik anarşizm ve anarşist taktikler verimli bir zemin bulamıyor.

İlginç bir şekilde, küreselleşme karşıtı eylemlerin mevcut dalgasında uygulanan türden taktiklerin gerçek ilhamı, yakın zamana dek hiç şiddetsiz doğrudan eylem yapmamış olan Küresel Güney bölgelerindeki hareketlerden geliyor. Seattle’a çağrı yapan Halkların Küresel Eylemi (PGA), Chiapas’taki Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu (EZLN)’nin inisiyatifiyle kuruldu. Bana öyle geliyor ki Zapatista hareketi, en iyi şekilde tarihsel olarak şiddet içermeyen bir sivil direniş hakkından mahrum bırakılan halkın bu hakkı geri alma girişimi olarak görülebilir; neoliberalizmin blöfünü ve sahtekarlıklarını demokratikleştirmeye ve iktidarı “sivil topluma” devretmeye yapılan bir çağrıdır. Komutanlarının dediği gibi, artık ordu olmamaya talip olan bir ordudur. Başlangıçlarından, Ocak 1994’teki üç haftalık isyandan beri aynı zamanda hayal edilebilecek en az şiddetli “ordu” oldular (en az son beş senedir gerçek silah bile taşımadıkları açık bir sırdır). EZLN, Meksika ordu üslerine yüzlerce isyancının oradaki askerlere silahsız bir şekilde saldırıp bağırarak onları utandırmaya çalıştığı “istilalar” örgütleyen türden bir ordudur. PGA’nın diğer iki anahtar kurucu üyesi Hindistan’daki Gandhi taraftarı köylü hareketi olan KRRS, ve MST, yani Brezilya’daki Topraksız Köylüler Hareketi’ydi. MST, tamamen şiddetsiz bir şekilde kullanılmayan toprakları geri almayı hedefleyen şiddetsiz kitlesel eylemler yoluyla Brezilya’da büyük bir ahlaki yetkinlik kazanmıştı. Zapatistalarla beraber şu çok açıktır ki, aynı insanlar yirmi yıl önce aynı şeyi deneseydi, kurşun yağmuruna tutulurlardı. Bugün Kuzey Amerika’daki birçok radikal hareket, aslında yaptıkları şeyden ceza almadan sıyrılabilecekleri ölçüde şiddetsizdir: birçoğu Quebec City’deki militanlar gibi cezadan kaçınmayı başarır, kendilerini normal olarak tam teçhizatlı çevik kuvvete taş atmakla sınırlandırırlar, ama asla ateşli silah kullanmayı hayal etmezler. Durum karışık çünkü Latin Amerika’nın birçok bölgesinde Avrupa ve Kuzey Amerika’da olduğundan daha zengin bir şiddetsiz bir doğrudan eylem geleneği uzun zamandır var, ama küreselleşme hareketinin hızlıca ilham aldığı şey, görünüşe göre birincil olarak yirmi veya otuz yıl önce neredeyse kesinlikle gerilla savaşına başvurmaya zorlanmış, ama aynı zamanda önceki gerilla hareketlerinin kendisini yok edişini veya nihilist çetelere dönüştüğünü de izledikten sonra bunun yerine kökten farklı bir yaklaşım seçmiş olan gruplardan gelmektedir. Askeri taktiklerden uzaklaşırken, aynı zamanda -genellikle kendilerine rağmen- çok daha anarşist örgütlenme biçimlerine yöneldiler.