#title Anti-Teknolojik Devrim: Neden ve Nasıl
#author Theodore Kaczynski
#date 31.08.2016
#source 10.01.2023 tarihinde şuradan alındı: [[https://vahsikaracam.blogspot.com/2019/12/anti-teknolojik-devrim-neden-ve-nasl.html][vahsikaracam.blogspot.com]]
#lang tr
#pubdate 2023-01-10T13:13:57
#topics tekno-endüstriyel karşıtı, eleştiri, devrim
#notes Çeviri: Karaçam (Gözden geçirilmiş 2020 çevirisi)
Kitabın Özgün Adı: Anti-Tech Revolution: Why and How Fitch & Madison (2016) basımından çevrilmiştir.
İngilizce Aslı: [[https://www.thetedkarchive.com/library/ted-kaczynski-anti-tech-revolution-why-and-how][Anti-Tech Revolution: Why and How]]
*** Çevirenin Tanıtımı
Her kıtada yalnızca özgür birer Adem ve Havva kalsa bile, bu şimdikinden daha iyi olurdu.
Kaczynski’nin deyimiyle bu kitap, yazarın “daha önceki çalışmalarının (manifesto olarak da bilinen Sanayi Toplumu ve Geleceği ile Technological Slavery) çok ötesine gitmektedir.” Ve “son otuz beş yıldaki yoğun bir düşünce ve amaçlı okumanın son sonuçlarını temsil etmektedir.”
Kitap başlığından da anlaşılacağı üzere iki ana bölümden oluşmaktadır. Neden teknolojik sistemden kurtulmalıyız ve bu nasıl başarılabilir?
Bu iki ana bölüm de kendi içerisinde iki alt-bölüme ayrılmaktadır.
İlk ana bölümün birince alt-bölümünde tartışlan konular, insanların neden toplumlarını bilinçli bir plana tabi tutamayacağı, belirli bir toplumsal hedef ya da ulaşılmak istenen belirli bir toplumsal yapı ile ilgili kağıt üzerinde yapılan bir planın neden gerçek hayatta uygulanamayacağı ve toplumların yapısının temel olarak insan isteklerinden bağımsız bir şekilde belirleniyor olduğudur. Bu bölümdeki tartışmalar teknolojik toplumun neden doğa ile uyumlu yeşil bir ütopyaya dönüştürülemeyeceği konusunda açıklayıcıdır.
İlk ana bölümün ikinci-alt bölümünde ise teknolojik sistemin neden kaçınılmaz olarak Dünya üzerindeki tüm vahşi doğayı yok edeceği tartışılmaktadır. Sistem yıkılmadan faaliyetlerine devam ettiği taktirde, Dünya üzerindeki tüm karmaşık yaşam formlarının ortadan kalktığı ve hatta Dünyanın, bünyesinde canlılığı mümkün kılan niteliklerinin yok edildiği bir duruma ulaşılacaktır.
Kitabın ikinci ana bölümünde ise teknolojik sistemden kurtulmak için izlenmesi gereken stratejinin genel bir çerçevesi çizilmektedir. Kaczynski teknolojik sistemden kurtulmak için, Dünya çapında, Bolşevik ve Fransız devrimlerine benzer bir devrim önermektedir. Fakat onun önerdiği devrimin, solcu devrim tahayyüllerinin aksine yeni ve ütopik bir dünya kurma hedefi yoktur. Birinci bölümde anlatılanlar zaten böyle bir tahayyülün imkansızlığını kanıtlamaktadır. Kazcysnki’nin önerdiği devrimin tek görevi, Dünya üzerindeki tüm yaşamı ve dolayısı ile vahşi doğayı da yok edecek teknoloji makinesinin durdurulmasıdır.
Adonde un bien se concierta Hay un mal que lo desvia; Mas el bien viene y no acierta, Y el mal acierta y porfia.—Diego Hurtado de Mendoza (1503-1575)[4]
Bugün ve geçmiş üzerinde ne kadar çok düşünürsem, insanların her alandaki planları ile alay etmelerinden o kadar çok etkileniyorum. —Tacitus[5]
Yakın zamanda, ‘tarihin sonunun’ mutlak bir gelişi, demokratik mutluluğun azametli bir zaferi ile ilgili naif bir hikaye ile eğlendirildik; buna göre küresel düzenin nihai biçimine ulaşmış bulunuyorduk. Fakat hepimiz, çok daha başka bir şeyin, yeni bir şeyin ve muhtemel ki çok haşin bir şeyin gelmekte olduğunu görüyor ve sezinliyoruz. —Aleksander Solzhenitsyn[143]
**I.** Bu kitabın başka yerlerinde ortaya konan argümanların çoğu makul ölçüde sağlam temellere dayanmaktadır; fakat bu bölümde, çeşitli varsayımlarda bulunmak ve bu varsayımlardan sonuçlar çıkartmak konusunda biraz serbest davranacağız. Varsayımlarımızın ve çıkardığımız sonuçların, insan toplumunun geleceği hakkında bazı muhtemel sonuçlara ulaşmak için gerekli seviyede doğruluk payına sahip olduğunu düşünüyoruz; ancak düşüncelerimiz ile ilgili rasyonel bir görüş ayrılığının mümkün olduğunu kabul ediyoruz. Buna rağmen iki noktayı kesin olarak vurgulayabiliriz: İlk olarak, varsayımlarımızın ve sonuçlarımızın geniş ölçekli toplumların şimdiye kadar ki gelişimlerine uygulanması makul derecede isabetli sonuçlar vermektedir; ikincisi, modern toplumun gelecekteki gelişmesini anlamak isteyen herhangi bir kişi bu bölümdeki argümanların ortaya koyduğu problemler hakkında dikkatli bir şekilde düşünmek zorundadır. Burada, karmaşık toplumlarda işleyen doğal seçilim[145] ve rekabet süreçlerine odaklanmamıza rağmen, bizim bakış açımızı (şimdilerde geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiş) “Sosyal Darwinizm” adı verilen felsefe ile karıştırmamak önem arz etmektedir. Sosyal Darwinizm, doğal seçilime, toplumların gelişiminde bir faktör olarak dikkat çekmekle yetinmez; “en iyi uyum sağlayanların” hayatta kaldığı rekabette kazananların, aynı zamanda daha iyi, daha arzulanır insanlar olduklarını da var sayar. Kaybedenler ise: İş yaşamındaki rekabetçi mücadele, hayatta kalanların “en iyiler” olarak nitelendirildiği bir yarışma olarak görülmüştür—sadece iş adamları olarak değil, aynı zamanda medeniyetin kendisinin şampiyonları olarak. Böylece iş adamları, maddi üstünlüklerini moral ve entelektüel bir üstünlüğe dönüştürmüşlerdir. Sosyal Darwinizm, bazılarının güç kazanarak çıktığı ve bazılarının da fakirliğe gömüldüğü rekabetçi süreci meşrulaştıran ve açıklayan bir araç haline gelmiştir.[146] Bizim buradaki amacımız doğal seçilimin toplumların gelişiminde oynadığı rolü açıklamaktan ibarettir. Güç mücadelesinin kazananları hakkında olumlu bir değer yargısında bulunma amacımız yok. **II.** Bu bölüm, kendini-yeniden-üreten-sistemler ile ilgileniyor. Kendini-yeniden-üreten sistem ile kendi hayatta kalışı ve yayılması/gelişmesi yönünde bir eğilime sahip sistemleri kast ediyoruz. Bir sistem kendi kendisini aşağıdaki yollardan birisi ya da ikisi ile birden tekrar üretebilir: Sistem kendi büyüklüğü ve/veya gücünü sınırsız bir şekilde artırabilir ya da kendi niteliklerinden bazılarına sahip yeni sistemlerin doğuşuna sebep olabilir. Kendini-yeniden-üreten sistemler ile ilgili en açık örnekler biyolojik organizmalardır. Biyolojik organizmaların oluşturduğu gruplar da kendini-yeniden-üreten sistemlerdir. (Örnek: kurt sürüleri ya da arı kovanları.) Bizim amaçlarımız için özellikle önem arz eden kendini-yeniden-üreten sistemler, insan gruplarından oluşan kendini-yeniden-üreten sistemlerdir. Örneğin uluslar, şirketler, sendikalar, kiliseler ve politik partiler; aynı zamanda düşünce ekolleri, sosyal ağlar ve alt-kültürler gibi, kesin bir çerçeveye sahip olmayan ve resmi bir organizasyondan mahrum olan bazı gruplar da kendini-yeniden-üreten sistemlerdir. Tıpkı kurt sürülerinin ve arı kovanlarının kendi sürülerini ve kovanlarını devam ettirmek ile ilgili bilinçli bir kasıtları olmadan kendini-yeniden-üreten-sistemler olmaları gibi, bir insan grubunun da bu grubu oluşturan bireylerin kasıtlarından bağımsız olarak bir kendini-yeniden-üreten sistem olmaması için bir sebep yoktur. Eğer A ve B herhangi iki sistem ise (kendini-yeniden-üreten ya da değil) ve A B’nin işleyen bir bileşeni ise A’yı B’nin alt-sistemi olarak tanımlıyoruz ve B’ye A’nın üst-sistemi adını veriyoruz. Örneğin, insanların oluşturduğu avcı-toplayıcı topluluklarda çekirdek aileler[147] klanlara bağlıdır; klanlar ise genellikle kabileler içinde organize olmuşlardır. Çekirdek aile, klan ve kabilenin her birisi kendini-yeniden-üreten sistemlerdir. Çekirdek aile klanın bir alt-sistemi, klan kabilenin bir alt-sistemi; kabile kendisine bağlı olan her klanın üst-sistemi ve her bir klan kendisine bağlı olan her çekirdek ailenin bir üst-sistemidir. Aynı zamanda her bir çekirdek ailenin kabilenin bir alt-sistemi olduğu ve kabilenin, kabileye bağlı olan klana bağlı her çekirdek ailenin üst-sistemi olduğu da doğrudur. Doğal seçilim prensibi sadece biyolojide geçerli değildir, aynı zamanda kendini-yeniden-üreten sistemlerin bulunduğu her çevrede işlerliktedir. Bu prensibi kabaca şöyle tarif edebiliriz: Hayatta kalabilmek ve kendilerini yaymak/yeniden-üretmek konusunda en iyi özelliklere sahip kendini-yeniden-üreten sistemler, diğer kendini-yeniden-üreten sistemlere kıyasla hayatta kalmaya ve kendini-yeniden üretmeye daha fazla meyillidirler. Bu tabii ki, açık bir totolojidir ve bize yeni bir şey söylemez. Fakat, dikkatimizi aksi durumda göz ardı edeceğimiz faktörlere çekmeye yarayabilir. Şimdi, totoloji olmayan birkaç tespitte bulunacağız. Bu tespitleri kanıtlayamayız, fakat iç güdüsel olarak mantıklıdırlar ve biyolojik organizmalar ve insanlardan müteşekkil organizasyonlarda (resmi ya da gayrı-resmi) temsil edilen kendini-yeniden-üreten sistemlerin gözlemlenebilir davranışları ile tutarlı gözükmektedirler. Kısacası, bu tespitlerin doğru olduğunu ya da mevcut amaçlar bağlamında doğruya ihtiyaç duyulan yakınlıkta olduklarını düşünüyoruz. Tespit 1. Yeteri kadar zengin olan her çevrede kendini-yeniden-üreten sistemler ortaya çıkacaktır ve doğal seleksiyon, gittikçe daha karmaşık, güç algılanan ve hayatta kalmak ve kendini yaymak için sofistike araçlara sahip kendini-yeniden-üreten sistemlerin evrimleşmesine sebep olacaktır. Doğal seçilimin, yalnızca, geyiklerin bacaklarını uzatıp daha hızlı koşmalarını sağlamak ya da kutuplarda yaşayan memelilere daha kalın kürkler vererek sıcak kalmalarını sağlamak gibi basit şekillerde çalışmadığını vurgulamak gerekir. Doğal seçilim, insan gözü ve kalbi gibi karmaşık yapıların gelişimine ya da insan bağışıklık sistemi ve sinir sistemi gibi hala tam olarak anlaşılamamış çok daha karmaşık sistemlere yol açabilir. Biz doğal seçilimin, insan gruplarından oluşan kendini-yeniden-üreten sistemlerde de eşit derecede karmaşık ve güç algılanan gelişmelere yol açtığını söylüyoruz. Doğal seçilim belirli zaman dilimlerine bağlı olarak çalışır. Sıfır Vakti dediğimiz verili bir noktadan başlayalım. Sıfır Vaktinden beş yıl sonra hayatta kalma ihtimali en yüksek olan kendini-yeniden-üreten sistemler (ya da hayatta kalan nesilleri olacak kendini-yeniden-üreten sistemler), sıfır vaktini takip eden bu beş yıllık zaman periyodunda (diğer kendini-yeniden-üreten sistemler ile rekabet içindeyken[148]) hayatta kalmaya ve kendilerini devam ettirmeye en uygun kendini-yeniden-üreten sistemlerdir. Bunların, bu beş yıllık zaman zarfında rekabet olmadığı taktirde, Sıfır Vaktini otuz yıl takip eden zaman diliminde hayatta kalmaya ve kendini devam ettirmeye en uygun olacak kendini-yeniden-üreten sistemler ile aynı sistemler olması zorunlu değildir. Benzer şekilde, Sıfır Vaktini takip eden ilk otuz yıllık zaman dilimindeki rekabette hayatta kalmaya en uygun özelliklere sahip sistemlerin, ilk otuz yılda rekabet olmadığı taktirde, iki yüz yıllık bir zaman diliminde hayatta kalmaya ve kendini devam ettirmeye en uygun olacak sistemlerle aynı olması zorunlu değildir. Ve benzeri. Örneğin, ormanlık bir bölgede küçük ve birbirine rakip krallıklar bulunduğunu düşünelim. Tarımda kullanmak üzere daha fazla alan açmak için daha fazla ağaç kesen krallıklar daha fazla ekim yapabilecek ve böylece diğer krallıklardan daha büyük bir nüfusu besleyebileceklerdir. Bu durum onlara, rakipleri üzerinde askeri açıdan bir avantaj sağlar. Bir krallığın, uzun vadeli sonuçlarını düşünerek aşırı miktarda ağaç kesmekten kaçınması, bu krallığın kendisini askeri bir dezavantaj konumuna düşürmesine sebep olur ve bu krallık daha güçlü krallıklar tarafından elemine edilir. Böylece bölge, ormanlarını amansız bir şekilde kesen krallıkların egemenliği altına girer. Bu şekilde oluşan ormansızlaşma sonunda ekolojik bir felakete yol açar ve böylece tüm krallıkların çöküşüne sebep olur. Burada kısa vadede hayatta kalmak konusunda bir krallığa avantaj sağlayan, hatta bu anlamda vazgeçilmez olan bir nitelik -düşüncesizce ağaçları kesmek- uzun vadede aynı krallığın sonunu getirir.[149] Bu örnek, kendini-yeniden-üreten bir sistemin, uzun vadeli hayatta kalma ve kendini devam ettirme ile ilgili endişelere kapılıp öngörü ile hareket ettiği durumlarda[150] kısa vadeli hayatta kalma ve kendini devam ettirme ile ilgili çabalarına bir sınırlama getirdiğini ve böylece bu sistemin, hayatta kalma ve kendini devam ettirme çabalarını yalnızca kısa vadeye odaklanarak sınırsız bir şekilde güden bir sisteme kıyasla kendisini rekabetçi açıdan dezavantajlı bir konuma soktuğunu göstermektedir. Bunun sonucu olarak: Tespit 2. Kısa vadede doğal seçilim, yaptıklarının uzun vadeli sonuçlarını düşünmeden -ya da bunları çok az düşünerek- kısa vadeli çıkarlarının peşinde koşan kendini-yeniden-üreten sistemleri avantajlı konuma getirmektedir. Tespit 2’nin bir sonucu olarak: Tespit 3. Verili bir üst-sistemin kendini-yeniden-üreten alt-sistemleri, bu üst-sisteme ve bu üst-sistemde geçerli olan özel koşullara bağlı olma eğilimindedir. Bu, üst-sistem ve ona bağlı olan kendini-yeniden-üreten alt-sistemler arasındaki ilişki tarzının, üst-sistemlerin yıkılması ya da üst-sistemde mevcut olan koşulların değişiminde köklü bir hızlanma meydana gelmesi durumunda, alt-sistemlerin hayatta kalamayacağı ve kendini devam ettiremeyeceği bir şekilde gelişmesi anlamına gelmektedir. Yeterli öngörüye sahip kendini-yeniden-üreten bir sistemin, üst-sistemin olası çöküşü ya da destabilizasyonu durumuna karşı, kendisinin ya da nesillerinin hayatta kalabilmesini sağlayacak gerekli önlemleri alabilmesi gerekir. Fakat, üst-sistem varlığını koruduğu ve az ya da çok istikrarlı kalabildiği müddetçe doğal seçilim, üst-sistemde bulunan fırsatları kendi yararına sonuna kadar kullanan alt-sistemleri kollar ve üst-sistemin olası bir destabilizasyonuna hazırlık yapabilmek için kaynaklarının bir kısmını “boşa harcayan” alt-sistemleri cezalandırır. Bu koşullar altında kendini-yeniden-üreten sistemler, bağlı oldukları herhangi bir üst-sistemin destabilizasyonunda hayatta kalamayacak bir tarzda gelişirler. Bu bölümdeki diğer tespitler gibi Tespit 3 de belirli bir sağduyu ile uygulanmalıdır. Eğer söz konusu üst-sistem zayıfsa ve çok sıkı bir organizasyona sahip değilse ya da alt-sistemlerinin içinde bulunduğu koşullar üzerinde kısıtlı bir etkiden daha fazlasına sahip değilse, bu durumda alt-sistemler üst-sistemlere sıkı bir şekilde bağlı olmayabilirler. Bazı ortamlardaki (hepsinde değil) avcı-toplayıcılarda çekirdek bir aile, bağlı olduğu klandan bağımsız olarak hayatta kalıp kendini devam ettirebilir. Avcı-toplayıcı kabileler sıkı olmayan bir tarzda örgütlendikleri için, çoğu durumda avcı-toplayıcı bir klanın bağlı bulunduğu kabileden bağımsız olarak hayatta kalması mümkün olabilir. Bir çok sendika, AFL-CIO gibi bir sendikalar konfederasyonun çöküşünde hayatta kalabilir; çünkü böyle bir hadise bu sendikaların çalıştığı koşullarda köklü bir değişikliğe sebep olmaz. Fakat sendikalar, modern sanayi toplumunun çöküşünde hayatta kalamazlar; hatta sendikaların, bildiğimiz tarzdaki faaliyetlerini devam ettirebilmelerini sağlayan yasal ve anayasal çerçevenin çöküşünde dahi hayatta kalmaları mümkün olmaz. Günümüzdeki birçok işletme de, modern endüstriyel toplum olmadan hayatta kalamaz. Evcil koyunlar, insan korumasından mahrum kalırlarsa yırtıcılar tarafından kısa sürede öldürülürler vb. Bir sistemin hayatta kalmasının ve kendini devam ettirmesinin, sistemin farklı parçalarının birbirleri ile rahatça iletişim kuramadığı ve birbirine yardım edemediği durumlarda etkili bir şekilde organize edilemeyeceği açıktır. Kendini-yeniden-üreten bir sistemin belirli bir coğrafi bölgede verimli bir şekilde faaliyetlerini yürütebilmesi için, bu sistemin, o bölgenin her bir noktasından hızlı bir şekilde bilgi alabilmesi ve herhangi bir noktasında hızlı bir şekilde eyleme geçebilmesi gerekir.[151] Bunun sonucu olarak: Tespit 4. Ulaşım ve haberleşme ile ilgili problemler, kendini-yeniden-üreten sistemin operasyonlarını yayabileceği coğrafi bölgenin genişliği üzerinde bir sınır dayatır. İnsan tecrübesi göstermektedir ki: Tespit 5. Kendini-yeniden-üreten insan gruplarının, operasyonlarını coğrafi bölgeler üzerinde yayması önündeki en önemli ve sürekli engel, mevcut ulaşım ve iletişim olanaklarının dayattığı sınırlardır. Başka bir deyişle, kendini-yeniden-üreten insan gruplarının hepsi, operasyonlarını maksimum genişlikteki bir bölgeye yayma eğilimi göstermezken, doğal seçilim, eldeki ulaşım ve iletişim araçları ile ulaşılabilecek en geniş bölgeye yayılarak faaliyet gösteren bazı kendini-yeniden-üreten insan gruplarını ortaya çıkarma eğilimindedir. Tespit 4 ve 5’in insan tarihi üzerinde işlediği görülebilir. İlkel klanlar ve kabileler, genelde, kendilerinin olan bölgelere “sahiptirler;” fakat bu alanlar, insan ayağının tek ulaşım aracı olduğu bu tarz toplumlarda bir hayli küçüktür. Buna nazaran, Kuzey Amerika’nın düzlüklerinde yaşayan yerliler gibi, ulaşım aracı olarak birçok ata sahip olan ve bu atların özgürce seyahat edebileceği açık arazilerde yaşayan ilkeller daha büyük bölgeleri ellerinde tutabilirler. Sanayi öncesi medeniyetler geniş topraklara yayılan imparatorluklar kurmuşlardır; fakat bu imparatorluklar, bunlara zaten sahip değillerse, görece olarak hızlı ulaşım ve iletişim araçları geliştirmişlerdir.[152] Bu imparatorluklar belirli bir coğrafi büyüklüğe kadar genişlemiş, daha sonra bu genişlemeleri durmuş ve bir çok örnekte istikrarsız bir hale gelmişlerdir; yani daha küçük politik birimlere bölünme eğilimi göstermişlerdir. Bu hipotezin kesin olarak kanıtlanması çok zor olsa da, bu imparatorlukların, mevcut ulaşım ve iletişim imkanları ile ulaşılabilecek en geniş sınırlara dayandıkları için genişlemelerinin durmuş olması ve istikrarsız hale gelmiş olmaları yüksek bir ihtimaldir. Günümüzde, Dünya’nın herhangi iki noktası arasında hızlı ulaşım ve neredeyse anlık olduğu söylenebilecek iletişim imkanları bulunmaktadır. Bu sebeple: Tespit 6. Modern zamanlarda doğal seçilim, operasyonları tüm dünyayı kapsayan kendini-yeniden-üreten insan gruplarını ortaya çıkarma eğilimindedir. Üstelik, gelecekte insan gruplarının yerlerini makineler ya da farklı varlıkların alması durumunda da, doğal seçilim, operasyonları tüm dünyayı kapsayan kendini-yeniden-üreten sistemleri ortaya çıkarma eğiliminde olmaya devam edecektir. Mevcut tecrübe bu tespiti güçlü bir şekilde doğrulamaktadır: Küresel “süper-güçlere,” uluslararası şirketlere, küresel politik hareketlere, küresel dinlere, küresel suç ağlarına şahit oluyoruz. Tespit 6’nın insanoğluna has özelliklere bağlı olmadığını, fakat kendini-yeniden-üreten sistemlerin genel özelliklerine bağlı olduğunu ve bu tespitin, başka varlıkların insanların yerini alması durumunda dahi geçerliliğini koruyacağını iddia ediyoruz. Hızlı ve dünya çapında ulaşım ve iletişim imkanları bulunduğu sürece, doğal seçilim, operasyonları tüm dünyayı kapsayan kendini-yeniden-üreten sistemleri ortaya çıkarmaya ya da bunları canlı tutmaya devam edecektir. Bu sistemlere kendini-yeniden-üreten küresel sistemler adını verelim. Dünya çapındaki anlık iletişim, henüz hala yeni bir fenomendir ve kesin sonuçları henüz tam olarak ortaya çıkmamıştır; kendini-yeniden-üreten küresel sistemlerin gelecekte günümüzdekinden daha önemli bir role sahip olacakları beklenebilir. Tespit 7. Günümüzde olduğu gibi, ulaşım ve iletişim imkanları ile ilgili problemlerin kendini-yeniden-üreten sistemlerin faaliyetlerini gerçekleştirdiği coğrafi bölgeler üzerinde etkili bir sınır oluşturmadığı durumlarda, doğal seçilim, gücün çoğunlukla görece olarak az sayıdaki kendini-yeniden-üreten küresel sistemde yoğunlaştığı bir dünya düzeninin ortaya çıkmasına sebep olur. İnsani tecrübe bu tespiti de doğrulamaktadır. Fakat bu tespitin neden herhangi bir insani özellikten bağımsız olarak doğru olması gerektiğini görmek kolaydır: Doğal seçilim, kendini-yeniden-üreten küresel sistemler arasında en fazla güce sahip olanlarını kollayacaktır; küresel ya da diğer geniş ölçekli kendini-yeniden-üreten sistemlerden daha zayıf olanları saf dışı edileceklerdir ya da boyunduruk altına alınacaklardır. Egemen kendini-yeniden-üreten küresel sistemler tarafından tek tek fark edilmelerini engelleyecek kadar fazla sayıda olan ya da fark edilmelerini güçleştiren özelliklere sahip küçük ölçekli kendini-yeniden-üreten sistemler az ya da çok ölçüde otonomilerini koruyabilirler; fakat her biri son derece sınırlı bir çevrede etkili olabilecektir. Küçük ölçekli kendini-yeniden-üreten sistemlerin oluşturduğu bir koalisyonun kendini-yeniden-üreten küresel sistemlere meydan okuyabileceği söylenebilir. Fakat küçük ölçekli kendini-yeniden-üreten sistemlerin dünya çapında etkiye sahip olacak şekilde bir koalisyon oluşturmaları, bu koalisyonun küresel ölçekte bir kendini-yeniden-üreten sistem olması anlamına gelecektir. Dünyada var olan her şeyi, işlevsel ilişkileri ile birlikte kapsayan bir “dünya-sisteminden” bahsedebiliriz. Dünya-sisteminin, muhtemelen, kendini-yeniden-üreten bir sistem olarak değerlendirilmemesi gerekir; ancak öyle olup olmadığı mevcut amaçlarımızın dışındadır. Özetlemek gerekirse: Dünya-sistemi, görece az sayıdaki olağanüstü güçlü kendini-yeniden-üreten küresel sistemin egemen olacağı bir duruma doğru yaklaşmaktadır. Bu küresel sistemler güç için rekabet edeceklerdir -hayatta kalabilmek için yapmak zorunda oldukları gibi- ve güç için yapılacak bu rekabet, uzun-vadeli sonuçlar dikkate alınmaksızın, kısa vadede yapılacaktır (Tespit 2). Bu koşullar altında, mantığımız bize söylemektedir ki, kendini-yeniden-üreten küresel sistemler arasındaki bu amansız rekabet dünya-sistemini parçalayıp atacaktır. Bu mantıksal çıkarsamayı daha açık bir şekilde formüle etmeye çalışalım. Yeryüzünde geçerli olan koşullar yüz milyonlarca yıl boyunca belirli bir istikrara sahip olmuşlardır; yani Dünya üzerindeki koşullar belirli bir oranda değişken olmalarına rağmen balıklar, amfibiler, sürüngenler, kuşlar ve memeliler gibi karmaşık yaşam formlarının evrimleşmesine izin verecek sınırlar içerisinde kalmışlardır. Yakın gelecekte, kendini-yeniden-üreten insan grupları ve bunlardan türeyen saf makine-temelli sistemler de dahil olmak üzere bu gezegendeki tüm kendini-yeniden-üreten sistemler, bu koşulların belirli sınırlar içerisinde kaldığı ya da bu sınırların en fazla az biraz genişlediği koşullarda evrimleşmiş olacaklardır. Tespit 3 gereğince, Dünya üzerindeki kendini-yeniden-üreten sistemlerin hayatta kalabilmeleri, bu koşulların bu sınırlar içerisinde kalmaya devam etmesine bağlı olacaktır. Kendini-yeniden-üreten geniş ölçekli insan grupları ve saf makine-tabanlı kendini-yeniden-üreten sistemler, aynı zamanda, dünya-sisteminin organizasyonun şekillendiği yakın dönemde ortaya çıkan koşullara da bağımlı olacaklardır; örneğin ekonomik ilişkiler ile alakalı koşullar gibi. Bu koşulların değişme hızının belirli sınırlar içinde kalması gerekir, aksi halde kendini-yeniden-üreten sistemler hayatta kalamaz. Bu, gelecekte koşulların ya da bu koşulların değişme hızının, bu sınırların bazısının biraz dışına çıkması durumunda, dünya üzerindeki tüm kendini-yeniden-üreten sistemlerin ölecekleri anlamına gelmez. Fakat koşullar, sınırların yeteri kadar ötesine giderse pek çok kendini-yeniden-üreten sistem ölecektir ve koşulların sınırların epey ötesine savrulduğu bir durumda, kesinliğe yakın bir olasılıkla, dünya üzerindeki kendini-yeniden-üreten karmaşık sistemler yeni bir nesil bırakamadan yok olacaklardır. Modern teknolojinin devasa gücü ile donanmış ve uzun vadeli sonuçların neler olabileceği ile ilgili endişelere aldırmadan anlık güç için rekabet halinde bulunan kendini-yeniden-üreten küresel sistemlerin varlığında, bu gezegendeki koşulların, Dünya üzerindeki karmaşık biyolojik organizmalar da dahil olmak üzere kendini-yeniden-üreten karmaşık sistemlerin hayatta kalma şanslarının sıfıra yaklaşacağı bir şekilde daha önceki sınırların ötesine itileceği ve böylece gelişigüzel bir şekilde savrulacağı kesinliğe yakın bir şekilde iddia edilebilir. Burada hayati öneme sahip yeni faktörün, kendini-yeniden-üreten küresel sistemlerin ortaya çıkmasını sağlayan hızlı, dünya çapında ulaşım ve iletişim imkanlarının mevcudiyeti olduğuna dikkat edin. Bu durumun dünya-sisteminde radikal bir bozulmaya sebep olacağını görmenin başka bir yolu daha vardır. Endüstriyel kazaları çalışanlar, felaket boyutlarında bir kaza yaşanmasının takip eden koşullar altında çok yüksek bir ihtimal olduğunu fark etmişlerdir: (i) Sistem çok karmaşık bir yapıya sahip olduğunda (yani küçük arızaların tahmin edilemeyen sonuçlara yol açabileceği durumlarda) ve (ii) sistemin parçalarının sıkıca iç içe geçtiği durumlarda (yani sistemin belirli bir noktasında çıkan bir arızanın hızlıca diğer noktalara yayılmasını mümkün kılan durumlar).[153] Dünya-sistemi uzun zamandır yüksek derecede karmaşık bir yapıdadır. Şu anda yeni olan durum, dünya-sisteminin aynı zamanda sıkı derecede iç içe geçmiş olmasıdır. Bu, dünya-sistemindeki bir arızanın, sistemin içerisindeki diğer parçalara hızla yayılmasını olanaklı hale getiren hızlı ve dünya çapındaki ulaşım ve iletişim imkanlarının mevcudiyetinin bir sonucudur. Teknoloji geliştikçe ve küreselleşme yayıldıkça, dünya-sistemi daha karmaşık ve parçalarının birbirleri ile daha sıkı bağlı olduğu bir hale gelmektedir; bu sebeple katastrofik bir çöküşün er ya da geç gerçekleşmesi beklenmelidir. Kendini-yeniden-üreten küresel sistemler arasındaki rekabetin kaçınılmaz olmadığı iddia edilebilir: Kendini-yeniden-üreten tek bir küresel sistem tüm rakiplerini alt edebilir ve böylece dünyaya tek başına hakim olabilir; ya da, kendini-yeniden-üreten küresel sistemlerin sayısı az olacağı için, tehlikeli ve yıkıcı bir rekabetten kaçınmak üzere kendi aralarında bir anlaşmaya varmaları mümkün olabilir. Ancak böyle bir anlaşmadan bahsetmek kolay olsa da, gerçekte böyle bir anlaşmaya varılması ve bunun uygulanması son derece zordur. Günümüzde olanlara bakın: Dünyanın önde gelen güçleri, savaşı veya nükleer silahları ortadan kaldırmayı ya da karbondioksit salınımlarını sınırlandırma konusunda bir konsensüse varmayı başaramıyorlar. Fakat yine de iyimser olalım ve dünyanın, rakiplerine galebe çalmış tek, birleşmiş bir kendini-yeniden-üreten sistemin, ya da aralarındaki tüm yıkıcı rekabetleri bir antlaşma ile ortadan kaldırmış birkaç kendini-yeniden-üreten sistemin birleşmesinden oluşan bir koalisyonun yönetimi altına girdiğini varsayalım. Sonuçta oluşan “dünya-barışı” üç ayrı sebeple istikrarsız olacaktır. İlk olarak, dünya-sistemi yüksek derecede karmaşık ve iç içe geçmiş olmaya devam edecektir. Bu meseleleri çalışanlar, endüstriyel sistemlerin tasarımında “ayrıştırma” (decoupling) adı verilen güvenlik önlemlerini önermektedirler; bunlar, sistemin bir bölümünde oluşan bir hatanın diğer bölümlere yayılmasını engelleyen bariyerlerdir.[154] Bu önlemler, en azından teorik olarak, kimyasal bir fabrika, nükleer güç santrali ya da bankacılık sistemi gibi, dünya-sisteminin görece olarak sınırlı alt-sistemleri nezdinde işe yarayabilirler. Fakat Perrow[155], bu sınırlı sistemlerin dahi, bireysel sistemler bünyesindeki arıza risklerini minimize edecek tutarlılıkta yeniden tasarlanması konusunda iyimser değildir. Bir bütün olarak ele alındığında, dünya-sisteminin gittikçe daha fazla karmaşıklaştığını ve iç içe geçtiğini vurgulamıştık. Bu süreci tersine çevirmek ve dünya-sistemini “ayrıştırmak,” dünya çapındaki ekonomik ve politik gelişmeleri yönetecek ayrıntılı bir planın tasarlanmasını, uygulanmasını ve sürdürülmesini gerektirecektir. Bu kitabın Birinci Bölüm’ünde detaylı bir şekilde anlatılan sebepler nedeniyle, böyle bir planın başarılı bir şekilde uygulanması imkansızdır. İkinci olarak, “dünya-barışının” gelmesinden önce, kendini-yeniden-üreten (üst-sistem) küresel bir sistemin kendini-yeniden-üreten alt-sistemleri, üst-sistemlerine yönelik yakın dışsal tehditlere ve tehlikelere karşı birleşmiş bir cephede karşı durmak ve böylece kendi hayatta kalma ve yayılma şanslarını artırmak adına aralarındaki ihtilafları bir kenara bırakacak ya da en azından bu ihtilafları daha düşük bir seviyeye indireceklerdir. (Çünkü bağlı bulundukları üst-sisteme yönelik bu tehlikeler ve tehditler aynı zamanda kendilerine de yöneliktir.) Gerçekte, kendi bünyesindeki en güçlü kendini-yeniden-üreten alt-sistemlerin aralarındaki rekabete bir sınır çekmeyen üst-sistem, hiçbir zaman küresel bir kendini-yeniden-üreten sistem haline gelemeyecektir. Fakat, kendini-yeniden-üreten küresel bir sistemin rakiplerini diskalifiye etmesi ya da diğer kendini-yeniden-üreten sistemler ile aralarındaki tehlikeli rekabeti sonlandıracak bir anlaşmaya varması durumunda, kendini-yeniden-üreten küresel sistemin alt-sistemleri arasındaki ihtilafları azaltacak ve ittifak yapmaları yönünde onları motive edecek yakın bir dışsal tehdit kalmayacaktır. Tespit 2 uyarınca -kendini-yeniden-üreten sistemlerin, uzun-vadeli sonuçlarına aldırmadan rekabetlerini sürdürdürdüğünü bize söyler- söz konusu kendini-yeniden-üreten küresel sistemin en güçlü alt-sistemleri arasındaki sınırsız ve dolayısı ile yıkıcı rekabet yeniden başlayacaktır.[156] Benjamin Franklin, “dünyadaki önemli olayların, savaşların, devrimlerin vb. muhtelif gruplar tarafından harekete geçirilip gerçekleştirildiğini” söylemiştir. Franklin’e göre her bir “grup” kendi kolektif avantajının peşinden gider; fakat “bir grup genel amacına ulaştığı zaman” -ve böylece dışsal bir rakip ile yakın bir çatışma durumundan çıktığında- “grup içindeki her bir üye kendi özel çıkarı ile ilgilenmeye başlar, bu diğerlerini de etkiler ve grup içinde bölünmeler ve dolayısı ile karışıklıklar ortaya çıkar.”[157] Tarih, büyük insan gruplarını bir arada tutan yakın dışsal tehlikeler ortadan kalktığı zaman, bu grupların, uzun vadeli sonuçlarına aldırmadan kendi aralarında rekabet etmeye başlayan hiziplere ayrıldığını göstermektedir.[158] Bizim burada iddia ettiğimiz şey, bu eğilimin yalnızca insan gruplarının bir özelliği olmadığı, doğal seçilimin etkisi ile evrimleşen tüm kendini-yeniden-üreten sistemlerin genel bir özelliği olduğudur. Bu sebeple bu eğilim, insanoğluna has bir karakter bozukluğundan bağımsızdır ve insanoğlu, sahip olduğu iddia edilen kusurlarından “arındırılsa” ya da (birçok teknoperverin öngördüğü gibi) yerlerine akıllı makineler geçse dahi, bu eğilim varlığını sürdürmeye devam edecektir. Üçüncü olarak, küresel kendini-yeniden-üreten sistemin en güçlü alt-sistemlerinin, bağlı bulundukları üst-sisteme yönelik tehditler ortadan kalktığında yıkıcı bir rekabete girmeyeceklerini varsayalım. Bu durumda dahi bahsettiğimiz “dünya-barışının” istikrarsız olmasına neden olacak başka sebepler bulunmaktadır. Tespit 1 uyarınca, “barışçıl” dünya-sisteminde yeni kendini-yeniden-üreten sistemler ortaya çıkacak ve doğal seçilimin etkisi ile, egemen kendini-yeniden-üreten küresel sistemler tarafından tespit edilmemek için -ya da tespit edilmeleri halinde ortadan kaldırılmamak için- gittikçe daha ince ve sofistike yöntemler geliştireceklerdir. Kendini-yeniden-üreten küresel sistemleri ilk başta ortaya çıkaran aynı süreç ile, gittikçe daha fazla güce sahip yeni kendini-yeniden-üreten sistemler ortaya çıkacak ve sonunda bunların bazıları, mevcutta bulunan egemen küresel kendini-yeniden-üreten sistemlere meydan okuyabilecek güce erişecektir ve böylece küresel düzeydeki yıkıcı rekabet devam edecektir. Açık olabilmek adına süreci basitleştirilmiş bir şekilde tasvir ettik; tehlikeli rekabetin bulunmadığı bir dünya-sisteminin ilk başta ortaya çıkacağını ve bu ortamın, sonradan ortaya çıkan kendini-yeniden-üreten sistemler tarafından bozulacağını varsaydık. Fakat mevcut kendini-yeniden-üreten küresel sistemlere meydan okuyacak yeni kendini-yeniden-üreten sistemlerin sürekli olarak ortaya çıkmaya devam etmesi ve bu durumun, varsayılan “dünya-barışının” ilk başta ortaya çıkmasını engellemesi daha olasıdır. Ki bunun gerçekleştiğine bizzat şahit oluyoruz.[159] Bu (görece) yeni kendini-yeniden-üreten sistemlerin en açık örnekleri, terörist ağlar ve hacker grupları[160] ya da herhangi bir politik motivasyonu olmayan ve yasalara ve düzene doğrudan meydan okuyan suç örgütleridir.[161] Uyuşturucu kartelleri Meksika’daki siyasal hayatın normal akışını bozmuşlardır;[162] teröristler 11 Eylül 2011 saldırıları ile aynı şeyi ABD’de yapmışlardır ve Irak gibi ülkelerde çok daha ağır bir şekilde yapmaya devam etmektedirler. Kendini-yeniden-üreten sistemlerden hukukun tamamı ile dışında bulunanlar, uyuşturucu kartellerinin Kenya’da çok yaklaştıkları gibi, önemli ulusların kontrolünü ele geçirme potansiyeline dahi sahiplerdir.[163] Siyasi “makinelerin” suç örgütleri olarak sınıflandırılması zorunlu değildir; ancak bu tip örgütler, genelde, az ya da çok yolsuzluğa ve yasa dışı faaliyetlere bulaşmışlardır[164] ve “meşru” hükumet yapılarına meydan okuyup onları ele geçirirler. Yeni doğmakta olan kendini-yeniden-üreten sistemlerin muhtemelen günümüzde ve yakın gelecekte daha önemli olacak olanları, faaliyetlerini tamamı ile yasal metotlar ile sınırlandıran ya da amaçlarına ulaşmak için kullandıkları yasa dışı metotları minimum ile sınırlı tutan ve bu metotları, geniş kabul görmüş “demokrasi,” “sosyal adalet,” “refah,” “ahlak” ve dini prensiplerin gerçekleşmesi için gerekli olduğu iddiası ile meşrulaştıran kendini-yeniden-üreten sistemler olacaktır. İsrail’de aşırı-ortodoks sekt -tamamı ile legaldir- şaşırtıcı bir şekilde güçlenerek, şimdiye kadar seküler kalabilmiş devletin amaçlarını ve değerlerini ciddi bir şekilde tehdit eder hale gelmiştir.[165] Bugün bildiğimiz şekliyle büyük şirketler, görece olarak yeni (ve tamamı ile legal) gelişmelerdir; bu organizasyonların Amerika’daki geçmişleri ancak 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar gitmektedir.[166] Sürekli olarak yeni şirketler kurulmakta ve bazıları eskilere meydan okuyacak kadar güçlenmektedir. Son yıllarda birçok şirket uluslararası bir hal almış ve güçleri ulus devletler ile rekabet edecek noktaya ulaşmıştır.[167] Bir devletin kendi amaçları için kurduğu ve ona bağlı olan bir sistem, o devletten bağımsız olarak kendi çıkarlarını gözeten bir kendini-yeniden-üreten sisteme dönüşebilir ve hatta o devlet üzerinde egemenlik kurabilir. Örneğin bürokrasiler, kamusal sorumluluklarını gerçekleştirmekten çok, kendi güçleri ve güvenlikleri ile ilgilenirler.[168] “Her bürokrasi, kendini korumak, asalak bir şekilde kendini şişmanlatmak eğilimi gösterir. Aynı zamanda, devletlerin üzerindeki kontrolünü kaybettiği, otonom, kendi çıkarlarını savunan bir güce dönüşme eğilimleri de vardır.”[169] Bir ulusun askeri yapılanması, genellikle ciddi bir otonomi elde eder ve ülkedeki egemen siyasi güç olarak hükumetin yerine geçer. Günümüzde, açıktan yapılan bir askeri darbenin geçmişe nazaran daha az popüler olduğu gözükmektedir; bu sebeple, politik olarak daha rafine generaller, sivil bir hükumetin iş başında olduğu görüntüsünü koruyarak, iktidarı perde arkasında ellerinde tutmayı tercih etmektedirler. Generaller, açıktan müdahale etme gereği duyduklarında, “demokrasi” ya da benzer bir ideal uğruna hareket ettiklerini iddia ederler. Bu tarz bir askeri hakimiyet günümüzde Mısır ve Pakistan gibi ülkelerde görülmektedir.[170] ABD’de son yıllarda ortaya çıkan, rekabet halinde bulunan ve tamamı ile yasal olan iki kendini-yeniden-üreten sistem, politik doğrulukçu sol ve dogmatik sağdır. (Bunların, Amerika’da eski zamanlarda var olan liberaller ve muhafazakarlar ile karıştırılmaması gerekir.) Bu kitap, bu iki gücün mücadelesinin sonuçları hakkında spekülasyon yapılacak yer değildir; şunu söylemek yeterli olacaktır: Aralarındaki rekabet uzun vadede, barışçıl bir dünya düzeninin tesisine El Kaide’nin tüm bombalarından ya da Meksika’nın uyuşturucu kartellerinin cinayetlerinden çok daha büyük bir engel teşkil edebilir. Acı gerçekler ile yüzleşmeyi zor bulan insanlar, yıkıcı rekabete sebep olan süreçlerin oluşmayacağı bir dünya-sisteminin tasarlanmasının ve inşa edilmesinin bir yolunu umarlar. Fakat Birinci Bölüm’de, böyle bir projenin pratikte neden başarılı bir şekilde uygulanamayacağını açıklamıştık. Şöyle bir itiraz getirilebilir: Memeli bir hayvan da (ya da herhangi bir karmaşık biyolojik organizma da) kendini-yeniden-üreten milyonlarca sistemden, yani bu organizmanın bedenini oluşturan hücrelerden müteşekkil bir kendini-yeniden-üreten sistemdir. Buna rağmen (hayvanın kanser olduğu durumlar haricinde) hayvanı oluşturan hücreler ya da hücre grupları arasında yıkıcı bir mücadele ortaya çıkmamaktadır. Tam aksine hücreler, sadık bir biçimde, bir bütün olarak hayvanın çıkarlarına hizmet etmektedirler. Üstelik, hücrelerin sadık bir şekilde görevlerini yerine getirmeleri için hayvanın dışsal bir tehdit ile karşılaşmasına gerek yoktur. Benzer şekilde, dünya-sisteminin de bir memelinin bedeni kadar iyi organize edilmemesi ve böylece kendini-yeniden-üreten alt-sistemleri arasında yıkıcı bir rekabetin doğmaması için hiç bir sebep yoktur. Fakat bir memelinin vücudu milyonlarca yıllık evrimin bir ürünüdür. Bu, milyonlarca ardışık deneyi içeren bir deneme-yanılma sürecidir. Bir neslin ömrünü ifade eden süreyi A olarak adlandıralım; kendilerinden sonraki ikinci bir neslin ortaya çıkmasına katkı sağlayan birinci neslin üyeleri, yalnızca, A zamanındaki eleme sürecinden geçebilmiş üyelerdir. Üçüncü nesle kendini aktarmayı başaran soy ağaçları,[171] yalnızca, 2A zaman aralığındaki eleme sürecinden geçebilmiş olanlardır. Dördüncü nesle kendini aktarmayı başaran soy ağaçları, yalnızca, 3A zaman aralığındaki eleme sürecinden geçebilmiş olanlardır vb. N’inci nesle kendini aktaran soy ağaçları, yalnızca, (n-1) A zaman aralığındaki ve aynı zamanda bundan daha kısa olan her bir zaman aralıklarındaki eleme süreçlerinden geçebilmiş olanlardır. Bu açıklama çok basitleştirilmiş olsa da, günümüze kadar hayatta kalabilmek adına organizmaların soy ağaçlarının eleme sürecini kısa, orta ve uzun olmak üzere tüm zaman aralıklarında ve milyonlarca kez geçmek zorunda olduklarını göstermektedir. Başka bir deyişle, soy ağacının, çok değişken zaman aralıkları boyunca, sadece “en uygunların” (Darwinci anlamda) geçmesine izin veren milyonlarca filtreden geçmesi gerekmektedir. Memeli bir hayvanın bedeni ancak bu sürecin bir sonucu olarak kısa, orta ve uzun vadede hayatta kalmasını sağlayan muazzam derecede karmaşık ve ince mekanizmalar ile birlikte evrimleşebilmiştir. Bu mekanizmalara, hayvanın bünyesindeki hücrelerin ya da hücre gruplarının kendi aralarında yıkıcı bir mücadeleye girmesini engelleyenler de dahildir. Diğer bir önemli nokta, biyolojik bir organizmanın her bir neslinde yer alan bireylerin yüksek sayısıdır. Yok olmanın eşiğine gelmiş bir türün sayısı, belirli bir zaman için birkaç bin kişiye düşmüş olabilir; fakat herhangi bir memeli tür, çok hücreli bir organizma olarak ortaya çıktığı ilk andan itibaren evrimsel tarihinin neredeyse tamamı boyunca, her nesilde aralarındaki “en iyilerin” seçildiği milyonlarca bireye sahip olmuştur. Ancak kendini-yeniden-üreten sistemler küresel bir boyuta ulaştığında iki temel farklılık ortaya çıkmaktadır. İlk farklılık, aralarından “en iyilerin” seçilebileceği bireylerin sayısıdır. Küresel egemenlik yarışına katılabilecek büyüklükteki ve güçteki kendini-yeniden-üreten sistemlerin sayısı düzinelerce ya da muhtemelen yüzlerce olacaktır, ancak bunların sayısının milyonlarca olmayacağı kesindir. Aralarından “en iyilerin” seçilebileceği bu kadar az sayıda bireyin olması, doğal seçilimin, egemen kendini-yeniden-üreten sistemleri hayatta kalmak için en iyi özellikleri edinecekleri efektif bir seçme sürecine tabi tutmasını kısıtlamaktadır.[172] Biyolojik organizmalar arasında da, görece olarak az sayıdaki büyük bireylerin oluşturduğu türlerin, çok sayıda küçük bireylerden oluşan türlere göre yok olmaya daha meyilli oldukları vurgulanmalıdır.[173] Biyolojik organizmalar ve insanlardan oluşan kendini-yeniden-üreten sistemler arasındaki analoji mükemmel olmaktan uzak olsa da, birkaç kendini-yeniden-üreten küresel sistemin egemen olduğu bir dünya-sisteminin dayanıklılığı pek iç açıcı değildir. İkinci bir farklılık ise, dünya çapında hızlı ulaşım ve iletişim imkanlarının yokluğunda, küçük ölçekli kendini-yeniden-üreten sistemlerin yıkıcı faaliyetlerinin ya da arızalarının sadece yerel ölçekli etkilere sahip olmasıdır. Bu tarz bir kendini-yeniden-üreten sistemin aktif olacağı sınırlı alanın dışında, doğal seçilimin yönettiği evrim sürecinden geçmekte olan başka kendini-yeniden-üreten sistemler bulunacaktır. Fakat dünya çapında hızlı ulaşım ve iletişim imkanlarının kendini-yeniden-üreten küresel sistemlerin oluşmasına sebep olduğu durumlarda, böyle bir sistemin yıkıcı faaliyetleri ya da çöküşü tüm dünya-sistemini sarsabilecektir. Sonuç olarak, doğal seçilim yolu ile evrimi oluşturan deneme yanılma süreçleri sırasında “hata” ile sonuçlanan görece olarak az sayıdaki “deneme” dünya-sistemini çökertecek ya da dünya-sisteminin, daha büyük ve karmaşık kendini-yeniden-üreten sistemlerin hiçbirisinin hayatta kalamayacağı tarzda zarar görmesine sebep olacaktır. Böylece, bu tarz kendini-yeniden-üreten sistemler için deneme-yanılma süreci sona ermiş olacaktır; doğal seçilim yolu ile işleyen evrim süreci, kompleks biyolojik organizmalar bünyesinde yıkıcı rekabeti engelleyen karmaşık ve ince mekanizmalara sahip kendini-yeniden-üreten küresel sistemleri üretmek için gerekli uzun zaman dilimine sahip olamayacaktır. Bu arada, kendini-yeniden-üreten küresel sistemler arasındaki amansız rekabet Dünyanın ikliminde, atmosferin bileşiminde, okyanusların kimyasında ve benzerlerinde öylesine köklü ve ani değişimlere sebep olacaktır ki, bunların biyosfer üzerindeki etkileri yıkıcı olacaktır. Mevcut bölümün IV. Kısmı’nda bu temayı daha detaylı olarak işleyeceğiz: Teknolojik dünya-sisteminin gelişiminin mantıksal sonuçlarına ulaşmasına izin verilmesi halinde, yüksek bir olasılıkla, Dünya ölü bir gezegen haline gelecektir—yalnızca, olağanüstü koşullarda hayatta kalma becerisine sahip en basit organizmaların -bazı bakteriler, algler vb.- hayatta kaldığı bir gezegen. * * * Burada bahsedilen teori Fermi Paradoksu’na mantıklı bir açıklama sunmaktadır. Radyo dalgaları yayabilecek kapasitede bir teknolojik gelişme evresine ulaşmış medeniyetlerin evrimleştiği ve bu radyo dalgalarının bize ulaşacağı kadar yakınımızda bulunan çok sayıda gezegenin var olması gerektiğine inanılmaktadır. Fermi Paradoksu; astronomların, zeki bir dünya dışı kaynaktan gelen hiçbir radyo sinyalini şu ana kadar tespit edememiş olmalarını ifade etmektedir.[174] Ray Kurzweil’e göre Fermi Paradoksu’nun olası bir açıklaması şu olabilir: “Radyo kabiliyeti seviyesine gelen bir medeniyet kendi kendisini yok etmektedir.” Kurzweil şöyle devam ediyor: “Sadece birkaç medeniyetten bahsediyor olsaydık bu açıklama kabul edilebilirdi. Fakat [bu tipteki medeniyetler çok sayıda ise] her birinin kendini yok etmiş olması çok inandırıcı değildir.”[175] Eğer bir medeniyetin kendi kendini yok etmesi sadece bir şans meselesi olsaydı Kurzweil haklı olabilirdi. Teknolojik açıdan gelişmiş her bir medeniyeti, istikrarlı bir şekilde kendi kendisini yok etmeye götüren bir süreç söz konusu ise Fermi Paradoksunun yukarıdaki açıklamasının doğru olmaması için hiçbir sebep yoktur. Biz böyle bir sürecin olduğunu iddia ediyoruz. **III.** Kendini-yeniden-üreten sistemler ile ilgili tartışmamız, çevremizde somut olarak şahit olduğumuz olayları genel ve soyut terimler ile ifade etmektedir. Organizasyonlar, hareketler, ideolojiler amansız bir güç mücadelesi içerisindedirler. Başarılı bir şekilde mücadele edemeyenler saf dışı edilmekte ya da boyun eğmeleri sağlanmaktadır.[176] Mücadele neredeyse tamamı ile kısa vadeli güç içindir;[177] mücadelenin içindekiler, insan ırkı ya da biyosferin refahını geçelim, kendi uzun vadeli hayatta kalma şanslarına dahi çok az önem atfetmektedirler.[178] Bu sebeple, nükleer silahlar yasaklanamamış, karbondioksit salınımı güvenli bir seviyeye çekilememiştir; Dünyanın kaynakları tamamı ile sorumsuz bir şekilde sömürülmeye devam etmektedir ve güçlü fakat tehlikeli teknolojilerin geliştirilmesine herhangi bir engel getirilmemiştir. Burada yaptığımız gibi, süreci genel ve soyut terimler ile ifade etmekteki amaç, dünyamızın başına gelenin bir kaza olmadığını göstermektir; bu gelişmelerin sebebi belirli tarihsel koşulların gelişigüzel bir şekilde bir araya gelmesi ya da insanoğluna özgü bir karakter bozukluğu değildir. Kendini-yeniden-üreten sistemlerin genel doğası düşünüldüğünde, günümüzde şahit olduğumuz yıkıcı süreç iki faktörün kombinasyonu ile kaçınılmaz hale gelmiştir: Modern teknolojinin muazzam gücü ve dünyanın herhangi iki noktası arasındaki hızlı ulaşım ve iletişim imkanları. Bu gerçeğin fark edilmesi, mevcut problemlerimizin çözümüne yönelik naif uğraşlar ile vakit kaybedilmesini önleyebilir. Örneğin, insanları enerji ya da kaynak tasarrufuna sevk etmeye çalışan çabalar gibi. Bu çabaların hiçbir şeye faydası yoktur. Enerji tasarrufunu salık verenlerin bunun neyle sonuçlandığını fark etmemeleri inanılmazdır: Tasarruf sonucu belirli miktar enerji serbest hale geldiğinde, bu enerji teknolojik dünya-sistemi tarafından anında yutulmakta ve sistem her defasında daha fazlasını talep etmektedir. Ne kadar fazla enerji üretilirse üretilsin, sistem çabucak mevcut enerjinin tümünü tüketecek tarzda genişlemekte ve sonrasında daha fazlasını talep etmektedir. Aynısı diğer kaynaklar için de geçerlidir. Teknolojik dünya-sistemi, kaçınılmaz olarak, kaynakların yetersizliğinin dayattığı sınırlara kadar genişlemekte ve sonuçlarına aldırmaksızın bu sınırların ötesine geçmeye çalışmaktadır. Kendini-yeniden-üreten sistemler teorisi bu duruma bir açıklama getirmektedir: Çevreye duydukları saygının, şimdi ve burada güç peşinde koşmalarını kısıtlamasına en az izin veren organizasyonlar (ya da diğer kendini-yeniden-üreten sistemler), bundan 50 yıl hatta 10 yıl sonra çevrenin başına geleceklerden endişe eden ve bu yüzden güç peşindeki çabalarını sınırlayan organizasyonlara kıyasla daha fazla güç biriktirme eğiliminde olmaktadırlar (Tespit 2). Doğal seçilimin yönlendirdiği bu süreçle, dünya, uzun vadeli sonuçlarına aldırmadan kendi güçlerini artırmak için mevcut olan tüm kaynakları mümkün olan maksimum düzeyde kullanan organizasyonların hakimiyetine girmektedir. Çevreci iyi niyetliler şöyle bir itiraz getirebilirler: Kamuoyu çevre problemlerini ciddiye alacak şekilde ikna edilirse yurttaşlar çevreye zarar veren organizasyonlara direniş gösterecektir ve böylece bir organizasyonun çevreyi tahrip etmesi onun doğal seçilim sürecinde dezavantajlı hale gelmesine sebep olacaktır. Mesela insanlar, çevreyi tahrip eden firmaların ürünlerini satın almayı reddedebilirler. Fakat insan davranışları ve tavırları maniple edilebilir. Çevreye olan zarar, belirli bir noktaya kadar, kamuoyundan gizlenebilir; halkla ilişkiler firmalarının yardımı ile, bir şirket, çevre konusunda duyarlı olduğuna insanları ikna edebilir; reklamcılık ve pazarlama teknikleri, bir şirketin ürünlerine sahip olma konusunda öylesine güçlü bir arzu yaratabilir ki, çok az kişi bu ürünleri çevre duyarlılıkları sebebi ile satın almayı reddedebilir; bilgisayar oyunları, elektronik sosyal ağlar ve diğer kaçış teknikleri kullanılarak insanlar, çevre problemleri ile ilgilenemeyecekleri bir şekilde hedonist faaliyetler içerisinde hipnotize edilebilirler. Daha da önemlisi, insanlar, şirketler tarafından sağlanan hizmetlere ve ürünlere tamamı ile bağlı olduklarını hissettikleri bir duruma getirilmişlerdir. İnsanlar, muhtaç oldukları ya da muhtaç olduklarını hissettikleri hizmetleri ve ürünleri alabilmek için para kazanmak ve çalışmak zorundadırlar; bu sebeple, bir işe sahip olmak ihtiyacı içerisindedirler. Ekonomik gelişme istihdam yaratılması için zorunludur; dolayısı ile çevresel zarar, ekonomik gelişme için ödenmesi gereken zorunlu bir bedel olarak gösterildiğinde insanlar bunu kabul etmektedirler. Milliyetçilik de şirketler ve hükümetler tarafından oyuna dahil edilir. Yurttaşlar dışarıdaki güçlerin onları tehdit ettiğine inandırılırlar: “Ekonomik büyümemizi artırmazsak Çinliler bizi geçecekler. Teknolojimizi ve silahlarımızı hızlı bir şekilde geliştirmezsek El Kaide bizi havaya uçuracak.” Bunlar şirketlerin, çevrecilerin kamuoyunda bilinç oluşturma çabalarına karşı kullandıkları araçlardan bazılarıdır; benzer araçlar, organizasyonların güç arayışlarına gösterilen diğer direnişleri etkisiz kılmakta kullanılabilir. Güç arayışlarına yönelik kamuoyu direnişini etkisiz hale getirmekte en fazla başarılı olan organizasyonlar bu konuda daha az başarılı olanlara göre güçlerini daha fazla artırırlar. Böylece, doğal seçilim yolu ile, çevreye verdikleri zarar ne kadar büyük olursa olsun güç arayışlarına yönelik direnişi etkisiz hale getirmekte daha karmaşık ve etkili yollar geliştiren organizasyonlar ortaya çıkar. Bu organizasyonların emrinde muazzam bir servet olduğu için, çevrecilerin bu organizasyonlar ile propaganda savaşında rekabet edebilecek kaynakları yoktur.[179] İnsanlara çevre sorumluluğu aşılamak konusundaki çabaların, çevrenin tahrip edilmesini yavaşlatmakta çok az başarılı olabilmesinin sebebi ya da bu sebebin en önemli parçası budur.[180] Ve -bu noktaya dikkat edin- bahsettiğimiz süreç şans eseri bir araya gelmiş koşullardan ya da insan karakterindeki bir eksiklikten yine bağımsızdır. Gelişmiş teknolojinin varlığında, bu süreç, doğal seçilimin kendini-yeniden-üreten sistemler üzerindeki etkisine kaçınılmaz olarak eşlik etmektedir. **IV.** Dünyanın biyolojik geçmişi hakkında bilgi sahibi olan ve teknolojik sistemin gezegenimize yaptıklarını gören insanlar, şu anda yaşanmakta olan bir “altıncı yok oluştan” bahsetmektedirler. Görünüşe göre, Kretase döneminin sonunda yaşanan ve dinozorların yok olduğu süreç benzeri bir olayı düşünmektedirler. Bir çok karmaşık organizmanın hayatta kalacağını ve tıpkı dinozorların yerini memelilerin alması gibi, yok olan türlerin yerini diğer karmaşık organizmaların alacağını varsaymaktadırlar.[181] Biz bu (görece) iyimser varsayımın geçerli olmadığını, çünkü şu anda başlamış olan yok oluş sürecinin daha önce bu gezegende yaşanmış kitlesel yok oluş süreçlerinden köklü bir şekilde farklı olduğunu iddia ediyoruz. Bilindiği kadarı ile, daha önceki kitlesel yok oluş süreçleri bir büyük bozucu faktörün etkisi ile ya da en fazla iki ya da aç benzer faktörün etkisi ile gerçekleşmişlerdir.[182] Mesela dinozorların, devasa toz bulutları kaldıran bir asteroit çarpması sonucu yok olduğuna inanılmaktadır. Bu durum, güneş ışınlarını engellemiş; gezegenin soğumasına sebep olmuş ve fotosenteze müdahale etmiştir.[183] Bu şartlar altında memeliler, muhtemelen, dinozorlara nazaran daha kolay hayatta kalmışlardır. Bazı paleontologlar, kimi dinozor türlerinin, asteroit çarpmasından sonra bir milyon yıl gibi uzun bir süre hayatta kaldıklarını, bu sebeple Kretase sonunda yaşanan yok oluşun yalnızca bir asteroit çarpması ile oluşamayacağını söylemektedirler. Dinozorların başka bir faktörün etkisi ile yok olduklarını iddia etmektedirler—atmosferi uzun süre karatmaya devam eden olağan dışı bir volkanik faaliyet gibi.[184] Fakat her halükarda hiç kimse, dinozorların yok oluşunda ya da geçmişteki diğer kitlesel yok oluşlarda bir kaç faktörden -hepsi de basit, kör faktörler- daha fazlasının etkili olduğunu iddia etmemektedir. Geçmişte yaşanan bu hadiselerin aksine, günümüzde yaşanan yok oluş süreci tek bir kör gücün veya iki, üç ya da buna benzer on gücün sebep olduğu bir olay değildir. Aksine, bir çok akıllı, yaşayan gücün eylemlerinin bir toplamıdır. Bunlar, faaliyetlerinin uzun vadeli sonuçlarına aldırmadan kısa vadeli amaçlarının peşinde hırsla koşan insan organizasyonlarının oluşturduğu, kendini-yeniden-üreten sistemlerdir. Güç peşinde hırsla koşarken her taşı kaldırır, araştırılmamış hiç bir alan bırakmaz ve her imkanı değerlendirirler. Bu biyolojide gerçekleşen şeye benzetilebilir: Evrim sürecinde organizmalar, her fırsatı sömürecek, her kaynağı kullanacak ve yaşamın bir şekilde mümkün olduğu her köşeyi işgal edecek araçlar geliştirirler. Bilim adamları, yaşadıkları ortamlarda kendilerini desteklemek için kullanabilecekleri hemen hemen hiçbir şeyin olmadığı yerlerde canlı organizmaların yaşayabildiklerini, hatta buralarda bu canlıların bolca bulunduğunu keşfettiklerinde şaşırmışlardır. Bakteri, solucan, yumuşakçalar ve kabuklu toplulukları, gün ışığının ulaşamadığı ve yüzeyden süzülen gıdaların kesinlikle yeterli olmadığı okyanus derinliklerinde yer alan hidrotermal bacalarda bol miktarlarda bulunmaktadırlar. Bu yaratıklardan bazıları hidrojen sülfürü -organizmaların çoğu için öldürücü bir zehirdir- bir enerji kaynağı olarak kullanırlar.[185] Başka yerlerde, deniz zeminin otuz metre aşağısında, neredeyse gıdadan tamamı ile yoksun şartlarda yaşayan bakteriler bulunmaktadır.[186] Başka bazı bakteriler, okyanus yüzeyinin 2,7 km altındaki derinliklerde yalnızca “çıplak kaya ve su” ile beslenmektedirler.[187] Başka organizmaların bünyesinde yaşayan ve parazit adı verilen organizmaların varlığından herkes haberdardır. Fakat birçok insan, diğer parazitlerin içinde ya da üstünde yaşayan parazitlerin varlığını öğrendiğinde şaşırabilir; gerçekte parazitin, parazitinin parazitleri bulunmaktadır.[188] (Bu insanın aklına Samuel Butler’ın cümlesini getirir: “Tüm büyük pireleri ısıran küçük pireler vardır ve bu küçük pirelerin daha küçükleri ve böylece sonsuza kadar.”[189]) Söylemeye gerek yok ki, yaşamın devam edebileceği koşulların belirli sınırları vardır. Örnek: “100 derecenin üzerindeki sıcaklıklarda proteinleri istikrarlı ve işlevsel kılacak genel mekanizmaların” var olup olmadığı sorgulanmıştır.[190] 113 derecede yaşayabilen kimi organizmalara rastlanmış olsa da, bunun üzerindeki sıcaklıklarda hayatta kalabilen ve üreyebilen organizmalara rastlanmamıştır.[191] Biyolojik organizmalar gibi, dünyanın önde gelen insan tabanlı kendini-yeniden-üreten sistemleri de her fırsatı kullanır, her kaynağı sömürür ve bitmeyen güç arayışlarında işlerine yarayabilecek bir şey bulabilecekleri her köşeyi işgal ederler. Ve teknoloji geliştikçe, geçmişte yararsız görünen şeylerden gittikçe daha fazlasının aslında yararlı olduğu ortaya çıkar ve böylece gittikçe daha fazla kaynak kullanılır, gittikçe daha fazla köşe işgal edilir ve sonuç olarak gittikçe daha yıkıcı sonuçlar ortaya çıkar. Örneğin: İnsanların meteorlardan elde ettikleri demir ya da şans eseri buldukları altın ve bakır parçaları haricinde metal kullanmadıkları günlerdeki tek madencilik faaliyeti, alet yapımında kullanılan çakmak taşı ve obsidyen gibi taşların kazılmasından ibaretti. İnsanlar bir kez geniş ölçekli olarak metalleri kullanmayı öğrendiklerinde, madenciliğin yıkıcı etkileri ortaya çıkmaya başladı. 16. yüzyıl sırasında ya da muhtemelen çok daha önceleri, madenciliğin dere ve pınarları zehirlediği ve bulunduğu bölgeyi mahvettiği açık olarak anlaşılmıştı.[192] Fakat o günlerde madencilik, görece yüksek kalite cevherin bulunduğu bilinen birkaç bölgeyi etkiliyordu ve muhtemelen başka bölgelerde yaşayan insanlar metallerin çıkartılmasının yol açtığı zararlar ile hiç ilgilenmiyordu. Ancak son yıllarda, değerli maden rezervlerinin tespit edilmesinde[193] daha etkili yöntemler geliştirilmiştir; aynı zamanda, daha önceleri orada bulunan madeni çıkartmanın zor olması sebebi ile işletilmesi karlı olmayan ve bu sebeple kullanılmayan düşük kalite cevherlerin bulunduğu rezervlerin de karlı olarak işletilmesini sağlayan daha sofistike araçlar bulunmuştur.[194] Bu gelişmelerin sonucunda madencilik faaliyetleri sürekli olarak yeni alanları işgal etmiştir ve ağır çevresel zararlar bunu takip etmiştir.[195] Eski maden sahalarından akmaya devam eden sular zehirli metaller ile öylesine kirlenmiştir ki, bu suların zehirli metallerden arındırılabilmesi için “sonsuza” kadar işlem görmesinin zorunlu olduğu söylenmektedir.[196] Tabii ki sular sonsuza kadar işlem görmeyecektir ve suların işlemden geçirilmesi sona erdiğinde, nehirler geri döndürülemez bir tarzda zehirleneceklerdir. Madencilik faaliyetleri başka alanları da işgal etmektedir, çünkü birkaç on yıl önce pratik bir kullanımı olmayan elementlerin yeni kullanımları keşfedilmektedir. “Nadir toprak elementlerinin” bir çoğunun 20. yüzyılın ortalarından önce çok kısıtlı bir kullanımları mevcuttu, fakat günümüzde birçok amaç için vazgeçilmez hale gelmişlerdir.[197] Nadir toprak elementlerinden biri olan neodimyum örneğin, rüzgar santrallerinde kullanılan hafif sürekli mıknatısların üretimi için yüksek miktarlarda gereklidir.[198] Nadir toprak rezervlerinin çoğu, maalesef, radyoaktif toryum içermektedir; bu sebeple, bu metallerin çıkarılması radyoaktif atık üretilmesine sebep olmaktadır.[199] Nükleer silahların ve nükleer güç santrallerinin geliştirilmesinden önce uranyum, en azından miktar olarak, düşük bir öneme sahipti; fakat günümüzde uranyum yaygın bir şekilde çıkarılmaktadır. Görece olarak düşük miktarlarda arsenik tıbbi uygulamalar, fare zehri üretimi ve resim yapımında kullanılan pigmentlerin üretiminde yeterli idi. Fakat günümüzde arsenik, kurşun bileşimlerini sertleştirmek ve ahşap koruyucusu olarak kullanılmak gibi amaçlarla yüksek miktarlarda üretilmektedir. Arsenik ile işlem görmüş bahçe direkleri ABD’nin batısında geniş bir yaygınlığa sahiptir[200]—bunlardan milyonlarca bulunduğu söylenebilir. Bu direkler, işlem görmemiş direklere nazaran çok daha uzun süre dayanırlar; fakat bunlar da yok edilemez değildir. Eninde sonunda parçalanacaklardır ve parçalandıklarında ihtiva ettikleri arsenik çevreye yayılacaktır. Benzer şekilde, geniş ölçekli madencilik faaliyetleri; cıva, kurşun, kadmiyum gibi diğer zehirli ve/veya kanserojen elementlerin kullanımı, bu tarz maddeleri her yere yaymaktadır. Problemin büyüklüğü ile karşılaştırıldığında temizleme çabaları öylesine önemsizdir ki, bir şakadan daha fazlası değildirler. Diğer kaynakların çıkarılması ve işlenmesi de benzer aşamalardan geçmiştir. Petrol, uzun bir dönem boyunca, çeşitli yerlerde zeminden sızan bir madde olarak bilinmiştir ve ilk başlarda kullanım alanı oldukça sınırlı olmuştur. Fakat 19. yüzyılda, petrolden distile edilen kerosenin aydınlatma amaçlı lambalarda yakılabileceği ve kerosenin bu bu tarz bir kullanım için balina yağından çok daha iyi olduğu keşfedilmiştir. İlk petrol kuyusu, bu keşfin bir sonucu olarak, 1859 yılında Pennsylvania’da açılmıştır ve diğer yerlerdeki kuyular bunu takip etmiştir. Petrol endüstrisi o yıllarda ağırlıklı olarak kerosene bağlıydı, doğal gaz ve benzin gibi diğer petrol ürünlerine olan talep çok azdı. Fakat sonrasında doğal gaz ısınma, pişirme ve aydınlatma için geniş ölçekli olarak kullanılmaya başlandı ve 20. yüzyılın başlarında benzin ile çalışan otomobilin gelişinden sonra petrol endüstrisi, sanayileşmiş dünyanın ekonomisinde merkezi bir önem kazandı. Bu noktadan sonra, petrol ürünlerinin sürekli olarak yeni kullanımları keşfedildi. Buna ek olarak, daha önceleri kullanımları olmayan petrol türevlerini yararlı ürünlere dönüştürebilen ve arzu edilmeyen özellikleri nedeniyle (yüksek oranda sülfür içermesi gibi) işletmeye değer görülmeyen petrol rezervlerini değerli hale getiren yeni hidrokarbon dönüştürme teknikleri geliştirildi.[201] Petrol şirketleri, yeni rezervlerin tespitinde sürekli olarak daha sofistike yöntemler geliştirmektedirler ve bu, “bilinen petrol yataklarının” tahmin edilen miktarlarının sürekli olarak artmasının sebeplerinden birisidir. Petrol yataklarının tahmin edilen miktarının artmasının bir diğer sebebi, daha önce ulaşılamaz nitelikte olan petrolün (ve doğal gazın da), ulaşılması gittikçe daha güç noktalardan yeni teknolojiler ile karlı olarak çıkarılmasını mümkün kılan gelişmelerdir. Kazıcılar, yer kabuğunun gittikçe daha derinlerine ulaşmakta ve hatta yatay olarak dahi kazabilmektedirler; “kırma” tekniği (hidrolik kırma) yeni petrol rezervlerini, özellikle şeyl katmanlarında bulunan kaya gazını ortaya çıkarmaktadır; okyanus tabanında bulunan devasa metan hidrat rezervlerini kullanmak adına yeni teknikler geliştirilmektedir.[202] Tüm bu teknik gelişmeler sonucunda Dünya yüzeyinin gittikçe daha fazla bölümü petrol endüstrisinin tecavüzüne uğramakta ve bu sürecin önüne çıkan insanları ise acı bir kader beklemektedir. Örneğin hidrolik kırma zararsız bir teknik değildir;[203] bundan etkilenen bir kadın, hayatının mahvolduğunu söylemektedir.[204] Teknolojik dünya-sisteminin fosil yakıtları (bu yakıtlar var olmayı sürdürdüğü müddetçe) kullanmayı bırakacağını düşünen birisi hayal görüyor demektir.[205] Fakat sistem bu yakıtları kullanmayı bıraksa da bırakmasa da başka yıkıcı enerji kaynakları da kullanılacaktır. Nükleer güç santralleri radyoaktif atık üretir, bu atıkların güvenli bir şekilde yok edilmesinin bir yolu henüz bulunamamıştır[206] ve dünyanın önde gelen kendini-yeniden-üreten sistemlerinin biriken radyoaktif çöpe kalıcı bir ikamet bulmaya çalıştıkları söylenemez.[207] Tabii ki, kendini-yeniden-üreten sistemlerin enerjiye duydukları ihtiyaç şimdi ve buradaki güçlerini muhafaza etmek içindir; ancak radyoaktif atıklar yalnızca gelecek için bir tehdit oluşturur ve vurguladığımız gibi, doğal seçilim, uzun vadeli sonuçlarını düşünmeden kısa vadede güç için mücadele eden kendini-yeniden-üreten sistemleri avantajlı konuma getirir. Dolayısı ile, kullanılmış yakıtlar ile ne yapılacağı sorusu göz ardı edilirken, nükleer güç istasyonları inşasına devam edilir. Ki nükleer atık problemi, tamamı ile yönetilemez bir noktaya doğru gitmektedir; çünkü büyük ve az sayıdaki eski tip reaktörler yerine, yakında küçük ve çok sayıda reaktör (mini-nukes) inşa edilecektir.[208] Böylece her küçük kasaba, kendi nükleer reaktörüne sahip olabilecektir.[209] Büyük ve eski tip reaktörlerde radyoaktif atıklar, en azından, görece az sayıdaki noktada toplanıyordu; fakat küçük, mini-reaktörlerin kullanılmaya başlanması ile radyoaktif atıklar dünyanın her yerine yayılmış olacaklar. Her bir küçük kasabanın nükleer atığını sorumlu bir şekilde yöneteceğine inanmak için, ya aşırı derecede saf olmak ya da muazzam bir kendini kandırma yeteneğine sahip olmak gerekir. Gerçekte radyoaktif malzemenin büyük kısmı çevreye sızacaktır. “Yeşil” enerji kaynakları, sistemin fosil yakıtlara ve nükleere olan bağımlılığını azaltmayacaktır. Fakat azaltsalar dahi, yeşil enerji kaynakları yakından incelendiklerinde o kadar da yeşil gözükmemektedirler. Doğal Kaynakları Koruma Konseyi direktörü, “Mesele enerji ihtiyaçlarımızı gidermeye geldiğinde bedava ekmek” olmadığını söylüyor. “Enerji elde etmek için, çeşitli etkileri olacak şeyleri yapmak zorundayız.”[210] Rüzgar santrallerinin inşası radyoaktif atıkların oluşmasına sebep olmaktadır; çünkü belirttiğimiz gibi, rüzgar türbinlerindeki hafif sürekli mıknatıslar nadir toprak elementi neodimyuma ihtiyaç duymaktadır. Bununla birlikte, rüzgar santralleri, türbinlerin “pervanelerine” doğru uçan çok sayıda kuşu öldürmektedir.[211] ABD, Çin ve muhtemelen diğer ülkelerde de, çok sayıda yeni rüzgar santrali planlanmaktadır;[212] muhtemel sonuç birçok kuş türünün yok edilmesi olacaktır. “Davis, Kaliforniya’da bir ekolojist ve araştırmacı olan Shaun Smallwood [şunları söylemektedir]: ‘Yalnızca bahsettiğimiz türbinlerin olağanüstü sayısı—fikrime göre o kadar çok yırtıcı kuşu öldüreceğiz ki, sonunda hiç yırtıcı kuş kalmayacak.”[213] Yırtıcı kuşların kemirgen nüfusunun kontrolünde önemli bir rolü vardır, yırtıcı kuşlar yok olduğunda kemirgenleri öldürmek için daha fazla tarım ilacı kullanılması zorunlu olacaktır. Birleşik Devletler, EATR adı verilen ve yeşil enerji ile çalışan bir askeri robot geliştirmektedir; “enerji ihtiyacını, çevresinde bulduğu herhangi bir biyokütleyi” -yenilenebilir bir kaynak- “yiyerek karşılamaktadır.”[214] Yakıt elde etmek için önüne gelen biyokütleyi yutan robotlardan oluşan orduların arasındaki savaşın doğuracağı yıkımı hayal edebilirsiniz. Üstelik, biyokütle yiyici teknolojinin sivil kullanıma adapte edilmesi durumunda, sistemin sürekli olarak artacak enerji ihtiyacını karşılamakta kullanılacak her türlü canlının yaşamı tehlikeye girecektir. Fakat güneş enerjisi zararsızdır öyle değil mi? Pek sayılmaz. Çünkü güneş panelleri, diğer biyolojik organizmalar ile güneş ışığı için rekabete girer. Daha önce vurguladığımız bir noktayı hatırlayalım: Teknolojik sistem, kaçınılmaz olarak, elde bulunan tüm enerji kaynaklarını kullanana kadar genişler ve daha fazlasını talep eder. Fosil yakıtlar ve nükleer güç sistemin sürekli artan enerji ihtiyacını karşılayamayacaksa[215] güneş panelleri güneş ışığının toplanabildiği her noktaya yerleştirilmeye başlanacaktır. Bu, başka şeylerle birlikte, güneş panellerinin canlıların yaşam alanlarını artan bir düzeyde işgal etmesi, onları güneş ışığından mahrum bırakması ve birçoğunu öldürmesi anlamına gelir. Bu bir spekülasyon değildir—bu süreç çoktan başlamıştır. “Kaliforniya’nın, Arizona’nın, Nevada’nın ve Batının diğer çöllerinde devasa güneş enerjisi santralleri kurulması” planları vardır. Çöller, tehlike altındaki bitki ve hayvanların en önemli habitatlarından birisidir.”[216] Western Lands Project direktörü Janie Blaeloch şunları söylemektedir: “Bu [güneş enerjisi] santraller topraklarımıza ve yaşam alanlarımıza çok büyük zararlar verecektir.”[217] Ve unutmayın, sistemin enerjiye olan ihtiyacı hiçbir şekilde giderilemez: Güneş panellerinin yayılması, büyük bir olasılıkla, sistemin kendi amaçları için yetiştirdiği evcilleştirilmiş ekinler dışındaki canlı organizmaların tüm yaşam alanları güneş panelleri ile doldurulana kadar devam edecektir. Fakat değerlendirilmesi gereken başka birçok şey söz konusudur. Ray Kurzweil, gelecekteki teknolojik ütopya hakkındaki fantezilerinin saçmalığı dışında, kimi konularda kesinlikle haklıdır. İsabetli bir şekilde vurguladığı gibi, çoğu insan, gelecek hakkında düşünürken şu iki hataya düşmektedir: (i) “Günümüz dünyasında tek bir eğilim (ya da halihazırda göz önünde olan bir kaç özel eğilim) sonucunda ortaya çıkan dönüşümleri başka hiçbir şey değişmeyecekmiş gibi değerlendirmekte”[218] ve (ii) teknolojik gelişmenin sonsuz ivmelenmesini göz ardı ederek, “mevcut gelişme hızının gelecekte de aynı şekilde devam edeceğini” varsaymaktadırlar.[219] Bu hatalara düşmemek için, doğaya yönelik gelecekte gerçekleşecek saldırıların, şu anda bilinen ve gözlenen saldırılardan ibaret olmayacağını hatırlamamız gerekir. Petrol türevlerinin içten yanmalı motorlarda kullanımı 1860 öncesinde nasıl hayal edilmediyse,[220] nükleer fisyonun 1938-39 yılındaki keşfinden önce uranyumun yakıt olarak kullanılması nasıl hayal edilmediyse[221]ve çoğu nadir toprak elementinin kullanımı bir kaç on yıl öncesine kadar hayal edilmediyse, aynı şekilde gelecekte de kaynakların yeni kullanımları, çevrenin yeni sömürülme teknikleri, günümüzde hayal edilmeyen yeni köşelerin teknolojik sistem tarafından işgal edilmesi söz konusu olacaktır. Çevremize yönelik yaklaşmakta olan tahribatı tahmin etmek için, çevresel zararların günümüzde bilinen sebeplerinin etkilerinin gelecekte ne olacağını düşünmekle yetinemeyiz; çevresel zararlara sebep olacak ve şu anda kimsenin hayal dahi etmediği etkilerin gelecekte ortaya çıkacağını hesaba katmak gerekir. Üstelik, teknolojinin gelişmesinin ve bu gelişmeyle birlikte çevremize olan zararının boyutlarının da gelecek on yıllarda hızlı bir şekilde ivmeleneceğini hatırlamamız gerekir. Tüm bunlar göz önüne alındığında şu sonuca varmak kaçınılmaz olmaktadır: Teknolojik sistemin, gezegenimizde köklü bir şekilde bozguna uğratmadığı pek bir şey kalmayacaktır. Pek çok insan atmosferi verili olarak kabul eder. Sanki Allah tarafından havanın %75 nitrojen, %21 oksijen ve %1 oranında da diğer gazlardan oluşması emredilmiş gibi. Gerçekte atmosfer, şimdiki haline, yaşayan varlıkların faaliyetleri sonucu ulaşmıştır ve bu halde yine onların faaliyetleri tarafından tutulmaktadır.[222] Atmosfer, ilk başlarda, bugün olduğundan çok daha fazla karbondioksit ihtiva ediyordu[223] ve bu sebeple kendimize şu soruyu sorabiliriz: Sera etkisi, Dünya’nın yaşamı imkansız kalacak kadar ısınmasına neden sebep olmamıştır? Bu sorunun cevabı, muhtemelen, Güneşin o zamanlarda şimdikinden çok daha az miktarda enerji yaymasıdır.[224] Her halükarda, fazla karbondioksidi sonunda atmosferden çekip alan biyosfer olmuştur: İlkel bakteri ve siyanobakteri, fotosentez ya da benzer yaşam süreçleri ile atmosferik karbonu yakalayıp deniz zemininde depoladıkça, karbon atmosferden çekilip alınmıştır. Aynı zamanda siyanobakteriler, suyu bir elektron kaynağı olarak kullanan ve hidrojeni fotosentez sürecinde kullanan ilk organizmalardır. Bu reaksiyonun bir sonucu olarak serbest oksijen ortaya çıkmış ve atmosferde birikmeye başlayarak oksijen tabanlı yaşam formlarının evrimleşmesine olanak sağlamıştır.[225] Biyolojik süreçler atmosferdeki metan miktarını da etkiler[226] ve metanın küresel ısınmaya etkisinin karbondiokside kıyasla çok daha fazla olduğunu unutmayalım.[227] Bununla birlikte kimi uzmanlar, 3,7 milyar yıl önce bazı mikropların, Dünya’yı ısıtmak yerine güneş ışınlarını uzaya geri yansıtarak soğumasına sebep olacak bir bulut tabakası oluşturacak kadar yüksek miktarda metan ürettiklerini söylemektedirler. Buna göre Dünya, yaşamın imkansız hale geleceği kadar soğumaktan kıl payı kurtulmuştur.[228] Ne olursa olsun, biyosferde yaşanacak radikal bir bozulmanın atmosferik bir felakete yol açacağı kesindir: Oksijen yokluğu, metan ya da amonyak gibi zehirli gazların birikimi, gezegenimizin yaşamı destekleyemeyeceği kadar ısınmasına ya da soğumasına sebep olacak miktarda karbondioksit fazlalığı ya da azlığı vb. Günümüzdeki en yakın tehlike, atmosferdeki karbondioksit ve muhtemelen metan fazlası sebebi ile Dünya’nın aşırı ısınması olasılığıdır.[229] İnsanlar fosil yakıtları tüketmeye devam ettiği müddetçe Dünya ne kadar ısınacak? Yaklaşık 56 milyon yıl önce atmosferdeki karbondioksit miktarında muazzam bir artış yaşanmıştı; bu artışın, “Dünya’daki tüm kömür, petrol ve doğal gaz”[230] rezervlerinin tüketilmesi halinde atmosfere eklenecek miktar ile hemen hemen aynı olduğu tahmin edilmektedir. Sonuç, yeryüzü koşullarında yaşanan radikal bir değişiklik olmuştur; ortalama sıcaklıkların 5°C yükselmesi[231] ve kıtaların önemli bir bölümünün sular altında kalması yaşanan bu değişikliklerdendir.[232] Kitlesel yok oluşlar gerçekleşmemiştir[233] fakat bu, biyosferin gelecekte de güvende olacağı konusunda bize bir garanti vermez. Çünkü, atmosfere günümüzde eklenen belirli miktarda karbondioksidin, 56 milyon yıl önce yaşanan süreç ile aynı sonuçları üreteceğini varsayamayız.[234] 56 milyon yıl önce atmosfere eklenen karbondioksit, muhtemelen görece yavaş bir şekilde, binlerce yıllık bir süreçte atmosfere salınmıştır.[235] Eğer insanlar günümüzde tüm fosil yakıtları tüketeceklerse bunu binlerce yıldan çok daha az bir sürede yapacaklarına şüphe yoktur, bu sebeple canlı organizmaların değişen koşullara adapte olmak için çok az şansları olacaktır. Üstelik, günümüzde atmosfere salınacak karbondioksit miktarı ile 56 milyon yıl önce salınan miktar arasında varsayılan eşitlik, büyük bir olasılıkla, fosil yakıt rezervlerinin miktarı ile ilgili çok düşük bir tahmine dayanmaktadır. Çünkü sürekli olarak yeni ve beklenmedik rezervler keşfedilmekte ve rezerv miktarları ile ilgili tahminler sürekli olarak artırılmaktadır. İnsanların başka yollardan atmosfere saldığı karbondioksit de hesaba katılmalıdır. Örneğin muazzam miktarlarda kalker, kireç ve Portland çimentosu elde etmek için yakılmaktadır: CaCO3 = CaO + CO2. Karbondioksidin (CO2) ne kadarının kireç (CaO) tarafından tekrar yakalandığı ya da bunun ne kadar sürdüğü belli değildir. Dünya günümüzde, 56 milyon yıl önce ısındığından daha fazla ısınmasa dahi, her halükarda iklim değişikliğinin sonuçları toplumumuzdaki güç sahibi sınıflar nezdinde kabul edilemez olacaktır ve dünyanın egemen kendini-yeniden-üreten sistemleri “jeo-mühendisliğe” başvuracaklardır. Bu, sıcaklıkları belli seviyelerde tutmak adına atmosferin suni bir manipülasyon sistemine tabi tutulması anlamına gelmektedir.[236] “Jeo-mühendislik” uygulamaları çok yakın ve olağanüstü riskler[237] içerecektir; bu uygulamalar anında bir takım afetlere sebep olmasalar dahi, sonuçta yaşanacaklar felaket olacaktır.[238] Tüm bunlar yalnızca sera etkisi ile alakalıdır. Bunlara, biyosferi bozma eğiliminde olan başka birçok faktörü eklememiz gerekir. Gördüğümüz gibi, canlı organizmalar, sistemin güneş enerjisi uygulamalarının genişlemesi ile birlikte güneş ışığından mahrum bırakılacaklardır. Çevrenin radyoaktif atıklar, kurşun, arsenik, cıva, kadmiyum[239] gibi zehirli elementler ve çeşitli zehirli kimyasal bileşenler ile[240] kirlenmesinin bir sınırı olmayacaktır. Zaman zaman petrol sızıntıları olacaktır, çünkü petrol endüstrisinin aldığı güvenlik önlemleri hiçbir zaman yeterli değildir[241] ve dünyanın bazı bölgelerinde petrol endüstrisi sızıntıları önlemek için herhangi bir ciddi çaba dahi sarf etmez.[242]Kloroflorokarbonların yasaklanması, canlı organizmaları Güneş’in ultraviyole radyasyonundan koruyan ozon tabakasının maruz kaldığı tahribatın sona ermesini ve ozon tabakasının kendini toplamasını sağlayacaktı. Fakat bu toparlanma (eğer gerçekleşiyorsa) on yıllar sürecektir[243] ve dolayısıyla bu süre zarfında ultraviyole radyasyonun biyosfere vereceği zararın da hesaba katılması gerekir. Teknolojik sistemin yukarıda sayılan etkilerinin zararlı olduğu uzun bir süredir tespit edilmiş durumdadır. Fakat şüphe yok ki, bugün zararlı oldukları fark edilmeyen birçok etkinin yarın zararlı oldukları ortaya çıkacaktır; tıpkı geçmişte sık sık yaşandığı gibi.[244] “Nehirlerden Atlas Okyanusu’na akan alüvyon miktarının, insan faaliyetlerinin bir sonucu olarak, tarih öncesi zamanlara göre dört ya da beş kat arttığı tahmin edilmektedir.”[245] Bu durum, uzun vadede, okyanus yaşamını nasıl etkileyecek? Bilgisi olan var mı? Genetik olarak değiştirilmiş organizmaların genlerinin vahşi bitkilere ve hayvanlara geçme ihtimali vardır ve şüphe yok ki bu gerçekleşecektir.[246] Bu “genetik kirliliğin” biyosferde yaratacağı sonuçlar neler olacak? Kimse bilmiyor. Bu sayılanlar ve bunlara benzer diğer etkiler, tek tek değerlendiklerinde zararsız bile çıksalar sistemin “zararsız” faaliyetlerinin bir bütünün biyosferde büyük değişikliklere yol açacaklarına şüphe yoktur. Burada yüzeyi kaşımaktan daha fazlasını yapmadık. Teknolojik dünya-sisteminin işleyişinin günümüzde biyosferi hangi şekillerde tehdit ettiği ile ilgili bütünlüklü bir değerlendirme devasa bir araştırma gerektirecektir ve sonuçlar birkaç cildi dolduracaktır. Tüm bu faktörlerin toplamının biyosferde gerçekleştireceği bozulma, atmosferin günümüzdeki kompozisyonunu koruyan faaliyetlerini gerçekleştirmesini engelleyecek kapsamda olacak mıdır? Tahmine açık bir soru. Fakat hepsi bu kadarla sınırlı değildir: Günümüzde teknolojik sistemin, gelecek on yıllarda ulaşacağı nokta ile karşılaştırıldığında hala bebeklik çağında olduğunu unutmayalım. Dünya’nın önde gelen kendini-yeniden-üreten sistemlerinin, hızlı bir şekilde artan ivmelenmeyle ve henüz kimsenin tahmin edemediği şekillerde, sömürmek için gittikçe daha fazla fırsat, çıkarmak için gittikçe daha fazla kaynak, işgal etmek için gittikçe daha fazla köşe bulacağını ve sonunda bu gezegendeki hiçbir şeyin teknolojik müdahaleden azade kalmadığı bir duruma geleceğimizi söyleyebiliriz—üstelik bu müdahaleler, gücü hemen ve burada artırmak için yapılacak çılgın arayış kapsamında, uzun vadeli sonuçların neler olacağına aldırmadan yapılacak. Yazarın fikrine göre, -eğer doğrudan yok edilmezse- biyosfer büyük bir olasılıkla atmosferin günümüzdeki koşullarını oluşturan fonksiyonlarını yerine getiremediği bir hale getirilecektir—ki atmosferin günümüzdeki koşulları olmadan bu gezegendeki hiçbir karmaşık yaşam formu hayatta kalamaz. Olası sonuçlardan bir tanesi, Dünya’nın Venüs gezegenine benzer bir hale gelmesidir: Dünya’nın ikliminin sonuçta istikrarsız bir yapıya ulaşabileceği iddia edilmiştir. Isıyı hapseden gazların atmosfere eklenmesi H2O salınımını hızlandırabilir ve sıcaklığı okyanusların buharlaştığı bir noktaya kadar yükseltebilir... . Bazıları bu gelişmelerin Venüs’te daha önce yaşanmış olabileceğini düşünmektedir... . Venüs, sera etkisinin öneminin çarpıcı bir örneğidir. Atmosferinde yüksek miktarda CO2 [=karbondi oksit] bulunmaktadır... . Venüs’ün yüzey sıcaklığı Dünya’dan çok daha yüksektir -yaklaşık 780°K [507°C ya da 944°F]- ve bu, tüm yüzeyini kaplayan bulut tabakası nedeniyle Venüs’ün Güneş’ten çok daha az enerji absorbe etmesine rağmen böyledir... .105 Bu bölümde ortaya konan tezleri özetlemek gerekirse şunlar söylenebilir: Teknolojik dünya-sisteminin gelişmesinin mantıksal sonuçlarına ulaşmasına izin verilmesi halinde Dünya, yüksek bir olasılıkla, günümüzde bildiğimiz anlamıyla karmaşık yaşam formlarının tümü için yaşanılmaz bir gezegene dönüşecektir. Bu tabii ki kesin olarak kanıtlanamaz ve yazarın kişisel görüşüdür. Fakat burada ortaya konan gerçekler ve fikirler, bu görüşün mantıklı bir hipotez olarak değerlendirilebileceğini göstermektedir ve şu anda içinde bulunduğumuz problemin, Dünya’nın tarihinde daha önce gerçekleşmiş kitlesel yok oluşlardan daha kötü olmayacağını elde başka kanıt olmadan varsaymak acele bir kabul olacaktır. Kesin olarak kabul edilebilecek şey -teknolojik sistemin mantıki sonuçlarına ulaşmasına izin verilmesi halinde- sonuçların biyosfer için tamamı ile yıkıcı olacağıdır. Eğer Kretase sonunda dinozorların ortadan kalktığı yok oluştan daha kötü olmayacaksa bundan daha iyi olacağı da söylenemez; insanlar hayatta kalmayı başarabilirlerse sayıları oldukça az olacaktır ve teknolojik sistemin kendisi de ölmüş olacaktır. Fakat yukarıdaki ifadede yer alan koşula dikkat edelim: “Teknolojik sistemin mantıki sonuçlarına ulaşmasına izin verilmesi halinde.” Yazara çeşitli vesileler ile sorulmaktadır: “Eğer sistem kendi kendini yok edecekse neden onu yıkmakla uğraşalım?” Cevap elbette şudur: Eğer teknolojik sistem şimdi ortadan kaldırılırsa hâlâ çok fazla şey kurtarılabilir. Sistemin gelişmesine ne kadar fazla süre izin verilirse biyosfer ve insan ırkı için sonuçlar o kadar kötü olacak ve Dünya’nın ölü bir gezegen haline gelme riski o kadar artacaktır.[247] [248] **V.** Teknoperestlerin ıslak rüyaları. Pek çok teknoperveri bilimin alanından çıkarıp bilimkurguya doğru sürekleyen bir düşünce akımı söz konusudur.[249] Bu akımda sürüklenenleri, kolaylık olması açısından, “teknoperest” olarak adlandıralım. Bu akım çeşitli kanallardan oluşmaktadır ve tüm teknoperestler aynı şekilde düşünmemektedir. Ortak noktaları, teknolojinin geleceği ile ilgili bir hayli spekülatif olan iddiaları kesinliğe yakın gerçekler olarak kabul etmeleri ve bu temele dayanarak önümüzdeki birkaç on yılda teknolojik bir ütopyanın geleceğini muştulamalarıdır. Teknoperestlerin bazı fantezileri şaşırtıcı derecede olağanüstüdür. Örneğin Ray Kurzweil, “yüzyıllar içerisinde insan zekasının gezegeni yeniden programlayacağına ve evrendeki tüm maddeyi kapsayacağına” inanmaktadır.[250] Kevin Kelly’nin (başka bir teknoperest) yazıları o kadar belirsizdir ki anlamsızlığın sınırlarında gezmektedir. Fakat, evrenin insanlar tarafından fethedilmesi hakkında söyledikleri Kurzweil ile benzerlik gösteriyor gibidir: “Evren neredeyse boştur çünkü yaşamın ve tekniyumun ürünleri ile dolmayı beklemektedir... ”[251] Kelly, “tekniyum” kelimesini insanların dünyada oluşturdukları teknolojik dünya-sistemini adlandırmak için kullanmaktadır.[252] Teknolojik ütopyanın çoğu versiyonu, diğer başka bir takım harikalar ile birlikte ölümsüzlüğü de (en azından teknoperestler için) içermektedir. Teknoperestler, kaderleri olduğuna inandıkları ölümsüzlüğü aşağıdaki üç biçimde hayal etmektedirler: i. İnsan bedeninin günümüzdeki hali ile sonsuza kadar korunması,[253] ii. İnsanların makineler ile kaynaşması ve ortaya çıkan insan-makine melezlerin sonsuza kadar hayatta kalmaları,[254] iii. İnsan zihninin robotlara ya da bilgisayarlara “yüklenmesi” ve sonrasında, yüklenen zihinlerin bu makinelerde sonsuza kadar yaşaması.[255] Tabii ki, teknolojik dünya-sistemi, olması gerektiğini iddia ettiğimiz gibi çok uzak olmayan bir gelecekte çökerse bu durumda hiç kimse herhangi bir şekilde ölümsüz olamayacaktır. Fakat iddiamızın yanlış olduğu ve teknolojik dünya-sisteminin sonsuz bir süre ayakta kalacağı varsayımında bulunsak dahi, teknoperestlerin ölümsüzlük rüyaları yine de bir illüzyondur. İnsan bedeninin ya da bir insan-makine melezin bedeninin sonsuza kadar hayatta tutulmasının gelecekte teknik olarak mümkün hale gelmesinden şüphe duymamız zorunlu değildir. İnsan beyninin elektronik bir biçime, “yüklenen” varlığın orijinal beynin işleyen bir kopyası olarak değerlendirilebileceği bir tarzda yüklenip yüklenemeyeceği ise ciddi bir biçimde şüphelidir. Yine de, aşağıda yaptığımız tartışmada (i), (ii) ve (iii)’te belirtilen çözümlerin her birinin önümüzdeki birkaç on yıl içerisinde teknik olarak mümkün hale geleceğini varsayacağız. Arzu edilebilir gördükleri her şeyin teknik olarak mümkün hale geldiğinde gerçekleştirileceğini düşünmek teknoperestlerin kendilerini kandırmalarının bir göstergesidir. Günümüzde ve epey uzun bir süredir birçok muhteşem şey teknik olarak mümkün olmasına rağmen bunlar gerçek hayatta uygulanmamaktadır. Zeki insanlar tekrar tekrar şunu söylemekteler: “İnsanlar her şeyi ne kadar kolay bir şekilde şu anda olduğundan çok daha iyi yapabilirler—sadece bunu yapmayı hep beraber deneseler!”[256] Fakat insanlar hiçbir zaman “hep beraber denemezler.” Çünkü doğal seçilim prensibi, kendini-yeniden-üreten sistemlerin, diğer kendini-yeniden-üreten sistemler ile içerisinde bulundukları hayatta kalma ve kendilerini sürdürme mücadelesinde sadece kendi kısa vadeli çıkarları peşinde koşmalarına ve insani amaçlar için kendi avantajlarından feragat etmemelerine yol açar.[257] Teknoperestlerin hayaline göre ölümsüzlük, teknik olarak mümkün hale geleceği için, mensup oldukları sistemin onları sonsuza kadar canlı tutabileceğine ve tutacağına ya da kendilerini sonsuza kadar canlı tutmaları için gerekli şeyleri onlar için sağlayacağına kesin gözüyle bakarlar. Günümüzde, dünya üzerinde yaşayan her insanın gıda, giyinme, barınma, şiddetten korunma ve günümüz standartlarında yeterli olarak kabul edilen tıbbi hizmetlerden yararlanma ihtiyaçlarını karşılamanın teknik açıdan mümkün olduğuna şüphe yoktur—bunun için dünyanın önemli kendini-yeniden-üreten sistemlerinin kendilerini bu işe çekincesiz olarak adamaları yeterlidir. Fakat bu hiçbir zaman olmaz; çünkü kendini-yeniden-üreten sistemler, esas olarak, sonu gelmez güç savaşına odaklanmışlardır ve sadece kendi çıkarları söz konusu olduğunda insani faaliyetlerde bulunurlar. Bu yüzden dünyada milyarlarca insan açlık çekmekte, şiddete maruz kalmakta ya da gerekli sağlık hizmetlerinden mahrum kalmaktadır. Tüm bunlar dikkate alındığında, teknolojik dünya-sisteminin yedi milyar insana sonsuza kadar hayatta kalmaları için gerekli tüm şeyleri sağlayacağını düşünmek saçmalıktır. Bu hayal edilen ölümsüzlük mümkün olsa bile bu ancak yedi milyar insanın çok küçük bir bölümü için geçerli olabilir—elit bir azınlık. Teknoperestlerin bazısı bunu itiraf etmektedir.[258] Pek çoğunun bunu fark ettiği fakat açıkça ifade etmekten çekindiği sezilmektedir; çünkü kamuoyuna, ölümsüzlüğün sadece elit bir azınlık için geçerli olacağını ve sıradan insanların dışarıda kalacağını söylemek pek ihtiyatlı olmayacaktır. Tabii ki teknoperestler, sonsuza kadar canlı tutulacağı varsayılan elit azınlığa dahil olacaklarını düşünmektedirler. Fakat gözden kaçırdıkları bir nokta, kendini-yeniden-üreten sistemlerin uzun vadede insanoğluna -elit azınlığın üyelerine bile- bu yalnızca sistemin avantajına olduğu müddetçe bakacaklarıdır. İnsanlar, egemen kendini-yeniden-üreten sistemler için faydasız hale geldiklerinde -elit olsunlar ya da olmasınlar- ortadan kaldırılacaklardır. Hayatta kalabilmek için yalnızca faydalı olmaları yeterli olmayacaktır; gördükleri faydanın onları hayatta tutmanın maliyetinden daha fazla olması gerekir—başka bir deyişle, yerlerini alacak herhangi bir insan dışı varlığa göre daha iyi bir fayda-maliyet dengesi sunmak zorundadırlar. Bu epey zordur. Çünkü insanı hayatta tutmanın maliyeti, makinelere oranla çok daha fazladır.[259] Birçok kendini-yeniden-üreten sistemin -hükumetler, şirketler, sendikalar vb.- kendilerine hiçbir faydası olmayan çok sayıda bireye sahip çıktığı söylenecektir: Yaşlılar, ağır bir fiziki ya da zihni engeli bulunanlar, hatta ömür boyu hapis cezasını çeken mahkumlar. Fakat bu, sistemin işlevlerini sürdürebilmek adına henüz hâlâ nüfusun çoğunluğuna ihtiyaç duymasındandır. İnsanların şefkat duyguları evrimsel süreçte ortaya çıkmıştır, çünkü avcı-toplayıcı kabilelerin hayatta kalma şansları üyeleri birbirlerine yardım ettiğinde ve ilgi gösterdiğinde artar.[260] Kendini-yeniden-üreten sistemler insanlara ihtiyaç duyduğu müddetçe, yararsız azınlığa acımasız bir muamelede bulunarak faydalı çoğunluğun şefkat duygularını incitmek sistemin zararına olacaktır. Fakat şefkatten daha önemlisi bireylerin kendi kişisel çıkarlarıdır: İnsanlar, yaşlandıklarında ya da sakat kaldıklarında kendilerini çöpe atacak bir sisteme pek iyi gözle bakmayacak ve ona düşmanlık besleyeceklerdir. Ancak insanların tümü faydasız hale geldiğinde, kendini-yeniden-üreten sistemler insanlar ile ilgilenmekte hiçbir avantaj görmeyeceklerdir. Teknoperestlerin kendisi makinelerin insan zekasını geçeceğinde ısrarlıdır.[261] Bu gerçekleştiğinde, insanoğlu faydasız hale gelecek ve doğal seçilim insanları elemine eden kendini-yeniden-üreten sistemleri avantajlı konuma geçirecektir— insanların ortadan kaldırılması bir anda gerçekleştirilmezse, ayaklanma ihtimalini önlemek adına bu işlem evreler halinde gerçekleştirilecektir. Günümüzde teknolojik dünya-sistemi yüksek sayıda insana ihtiyaç duymaya devam etmektedir, ancak günümüzdeki gereksiz insan sayısı eskisinden daha fazladır. Çünkü makineler birçok iş kolunda insanların yerini almıştır ve geçmişte insan zekasının zorunlu olduğu düşünülen birçok alana da yavaş yavaş girmektedirler.[262] Bunun sonucunda dünyanın egemen kendini-yeniden-üreten sistemleri, ekonomik rekabetin baskısı altında, gereksiz bireylere olan davranışlarına belirli dozda acımasızlığın karışmasına halihazırda izin vermektedirler. ABD ve Avrupa’da emekli maaşları ve emeklilerin diğer hakları; engelli, işsiz ve diğer üretken olmayan kişilerin faydalandıkları sosyal haklar ciddi derecede törpülenmiştir;[263] en azından ABD’de fakirlik artmaktadır[264] ve bu gibi gelişmeler, şüphesiz iniş ve çıkışlar olacaksa da gelecekteki genel eğilimin habercileri olabilirler. Şu gerçeğin anlaşılması önemlidir: İnsanların gereksiz hale gelmesi için makinelerin insanları genel zeka anlamında geçmeleri zorunlu değildir, sadece belirli ve özel zihni faaliyetler için bunun gerçekleşmesi yeterlidir. Örneğin makinelerin sanat, müzik ya da edebiyattan anlamaları ya da bu alanda eser vermeleri gerekmez; zeki, teknik olmayan bir diyaloğu devam ettirebilmelerine gerek yoktur (“Turing testi”[265]); anlayışlı olmalarına ya da insan doğasını anlamalarına gerek yoktur. Çünkü bu yetenekler, insanlar ortadan kaldırılacaksa zaten gereksiz olacaklardır. Makinelerin insanları gereksiz hale getirmeleri için yalnızca egemen kendini-yeniden-üreten sistemlerin kısa vadeli hayatta kalma ve kendilerini devam ettirme amaçları için gerekli olacak teknik kararların alınmasında insanları geçmeleri yeterli olacaktır. Yani, gelecekteki makinelerin sahip olacağı zeka seviyesi hakkında teknoperestler kadar uçuk tahminlerde bulunmadan dahi insanların son kullanma tarihlerinin geleceği sonucuna varmak durumundayız. (i). maddede anlatılan tarzda bir ölümsüzlük -insan bedeninin günümüzde var olduğu hali ile sonsuza kadar korunması- bir hayli olasılık dışı gözükmektedir. Teknoperestler, insan bedeni ve beyninin son kullanma tarihi geçse bile (ii) tipindeki bir ölümsüzlüğün hala gerçekleştirilebilir olduğunu iddia edeceklerdir. İnsan-makine melezleri faydalı olma özelliklerini sonsuza kadar koruyacaklardır. İnsanlar (ya da onlardan geriye kalan her ne olacaksa) kendilerini, gittikçe daha kudretli makinelere bağlayarak, saf makineler ile rekabet halinde kalabileceklerdir.[266] Fakat, insan-makine melezlerinin insanlardan türeyen biyolojik bir bileşeni ihtiva etmeye devam etmesi, ancak insan-tabanlı biyolojik bileşenin faydalı kalmaya devam etmesi ile mümkün olacaktır. İnsan-tabanlı biyolojik bileşenlere göre daha iyi bir fayda-maliyet dengesine sahip saf yapay bileşenler ortaya çıktığında insan-tabanlı bileşenler kullanılmayacak ve insan-makine melezleri tamamı ile yapay hale gelerek insani boyutlarını kaybedeceklerdir.[267] İnsan-tabanlı biyolojik bileşenler korunsa dahi, onları yararlı olmaktan alıkoyan insani özelliklerinden peyderpey arındırılacaklardır. İnsan-makine melezlerin bağlı olduğu kendini-yeniden-üreten sistemler sevgi, şefkat, etik duygular, estetik duyarlılık ya da özgürlük arzusu gibi insani zayıflıklara ihtiyaç duymayacaklardır. Genel olarak insani duygular, insan-makine melezlerin kendini-yeniden-üreten sistemlere faydalı olmalarının önünde bir engel teşkil edeceklerdir. Bu melezlerin rekabetçi kalmaları isteniyorsa insani duygularının ortadan kaldırılması ve bu duyguların yerine başka motivasyonların koyulması gerekecektir. Kısacası, insan ırkının biyolojik kalıntılarının insan-makine melezlerde korunması gibi düşük bir ihtimalde dahi, bunlar, bugün bildiğimiz anlamdaki insanoğlundan tamamı ile yabancı bir hale dönüştürüleceklerdir. Aynı durum, insan zihninin makinelere “yüklenmesi” varsayımı için de geçerlidir. Yüklenmiş zihinler yararlı (yani insanlardan türetilmemiş diğer bileşenlerden daha yararlı) olamadıkları noktadan sonra tolere edilmeyeceklerdir ve faydalı kalabilmeleri için, insan zihninin bugünkü hali ile hiçbir alakalarının kalmayacağı tarzda değiştirilmeleri gerekecektir. Bazı teknoperestler bunu kabul edilebilir bulabilir. Fakat, ölümsüzlük hayalleri yine de bir illüzyondur. İnsanoğlundan türeyen varlıklar arasındaki hayatta kalma mücadelesi (bunlar insan-makine melezleri, bu melezlerden evrimleşen saf yapay varlıklar ya da makinelere yüklenen insan zihinleri olabilir) ya da insandan türeyen varlıklar ile makineler ya da insanlardan türemeyen diğer varlıklar arasındaki mücadele, bu varlıkların çok küçük bir yüzdesi dışında hepsinin elemine olması ile sonuçlanacaktır. Bunun insanoğluna ya da onların makinelerine has bir özellikle alakası yoktur; bu, doğal seçilim ile ilerleyen evrimin genel bir prensibidir. Biyolojik evrime bakın: Dünya üzerinde var olmuş tüm türlerin yalnızca çok küçük bir yüzdesinin şu anda yaşamaya devam eden nesilleri bulunmaktadır.[268] Bu bölümde söylediğimiz diğer her şeyi göz ardı edip, sadece bu prensip üzerinde dursak dahi, bir teknoperestin sonsuza kadar yaşama ihtimali çok düşüktür. Teknoperestler, neredeyse tüm biyolojik türlerin eninde sonunda yok olacak olmasına rağmen birçok türün binlerce hatta milyonlarca yıl hayatta kalabildiklerini, bu sebeple teknoperestlerin de binlerce ya da milyonlarca yıl hayatta kalmasının mümkün olabileceğini söyleyeceklerdir. Fakat, biyolojik türlerin yaşadıkları ortamda köklü ve hızlı değişiklikler olduğunda, hem yeni türlerin ortaya çıkma hızı hem de mevcut türlerin yok oluş hızı büyük ölçüde artmaktadır.[269] Teknolojik gelişmenin hızı sürekli olarak ivmelenmektedir ve Ray Kurzweil gibi teknoperverler bu hızın yakında patlama seviyesine geleceğini söylemektedirler.[270] Bunun sonucunda, değişikler gittikçe daha hızlı bir şekilde olacak, her şey gittikçe daha hızlı bir şekilde gerçekleşecek, kendini-yeniden-üreten sistemler arasındaki rekabet gittikçe daha da yoğunlaşacak ve süreç hızlandıkça hayatta kalma mücadelesinde kaybedenler daha hızlı bir şekilde elemine edileceklerdir. Dolayısı ile, teknoperestlerin teknolojik gelişmenin eksponansiyel hızlanması ile ilgili kendi inançları uyarınca, insan-makine melezleri ve makinelere yüklenmiş insan zihinleri gibi insandan türeyen varlıkların yaşam beklentilerinin gerçekte oldukça kısa olacağı söylenebilir. Bazı teknoperverlerin gözünü kestirdiği[271] yedi yüz ya da bin yıllık yaşam süreleri bir rüyadan başka bir şey değildir. Birinci Bölüm’ün VI. Kısmı’nda bahsettiğimiz Tekillik Üniversitesi’nin kurulma amacı, güya, teknolojinin “toplumu iyileştirmesini” sağlamak için teknoperverlerin “araştırmaları yönlendirmelerine” ve “gelişmeleri şekillendirmelerine” yardımcı olmaktı. Biz, Tekillik Üniversitesi’nin gerçekte, teknoloji alanında çalışan iş adamlarının çıkarlarını savunmaya yaradığını söylemiştik ve teknoperverlerin çoğunun, “gelişmeleri şekillendirmek” ve “toplumu geliştirmek” gibi saçmalıklara gerçekten inandıklarının şüpheli olduğunu belirtmiştik. Ancak teknoperestler, -mevcut bölümün V. Kısmı’nın başında tanımladığımız, teknoperverlerin bir alt-kümesi- Tekillik Üniversitesi gibi organizasyonların,[272] teknolojinin gelişmesini şekillendirmek ve teknolojik toplumun rotasını ütopik bir gelecek yolunda tutmak konusunda kendilerine yardım edecek olmasına samimi bir şekilde inanıyor gibidirler: Böylece, teknoperestleri bin yıllık ömürlerinden mahrum bırakacak rekabetçi süreçleri içermeyen ütopik bir gelecek mümkün olacaktır. Fakat Birinci Bölüm’de, toplumun gelişiminin rasyonel bir kontrole tabi tutulamayacağını göstermiştik: Teknoperestler teknolojinin gelişmesini “şekillendiremeyecek”, teknik ilerlemeyi yönlendiremeyecek ya da teknoperestlerin neredeyse tamamını kısa sürede ortadan kaldıracak yoğun rekabeti önleyemeyeceklerdir. Şu ana kadar söylediklerimizin tamamı düşünüldüğünde ve teknoperestlerin gelecek vizyonunun tamamı ile spekülasyondan ibaret olduğu ve hiçbir kanıta dayanmadığı[273] göz önüne alındığında kişi kendisine şu soruyu sormalıdır: Bu tarz bir şeye nasıl inanabilmektedirler? Bazı teknoperestler (Kurzweil gibi) gelecek ile ilgili beklentilerinin gerçekleşmesi konusunda küçük bir ihtiyat payı bırakmaktadırlar.[274] Fakat bu, şüphecilerin önüne attıkları bir sus payından başka bir şey değil gibi gözükmektedir; rasyonel insanların gözünde kendilerini tamamı ile komik duruma düşürmemek için vermek zorunda oldukları bir taviz. Bıraktıkları bu formalite icabı ihtiyata rağmen, çoğu teknoperestin, sonsuza kadar değilse bile en azından yüzlerce yıl ütopya olarak hayat edilen bir dünyada yaşamayı kendilerinden emin bir şekilde bekledikleri görülmektedir.[275] Kurzweil açıkça şunları söylemektedir: “İstediğimiz kadar yaşayabileceğiz... .”134 Bu cümlede hiçbir ihtiyat payı yoktur. Hiçbir “muhtemelen”, hiçbir “eğer beklediğimiz gelişmeler olursa” yoktur. Kitabının tamamı, ölümsüz bir makine olarak evreni fethe çıkacağı bir gelecek vizyonu ile gözü dönmüş bir adamı ortaya sermektedir. Gerçekte, Kurzweil ve diğer teknoperestler bir fantezi dünyasında yaşamaktadırlar. Teknoperestlerin inanç sistemi, en iyi şekilde, “Tekniyet” olarak adlandırılabilecek bir dini fenomen[276] [277] olarak açıklanabilir. Günümüzde Tekniyet’in kelimenin tam anlamıyla bir din olmadığı doğrudur; çünkü henüz, bütünsel bir doktrin geliştirmemiştir ve teknoperestlerin inançları birbirinden farklıdır.[278] Bu açıdan Tekniyet, diğer birçok dinin başlangıç aşamalarını andırmaktadır. Ancak Tekniyet şimdiden apokaliptik ya da binyılcı bir kültün ipuçlarını vermektedir: Çoğu versiyonunda, belirli bir noktadan sonra teknolojik ilerlemenin bir patlamaya dönüşeceği büyük olayı, Tekilliği[279] beklemektedirler. Bu Hristiyan mitolojisinin Mahşer Günü’nü[280] ya da Marksist mitolojinin Devrim’ini andırmaktadır. Bu büyük olayı, güya, tekno-ütopyanın gelişi takip edecektir (Tanrı’nın Krallığına ya da İşçi Cennetine benzer bir şekilde). Tekniyet bir azınlığı -Seçilmişler-, teknoperestlerden oluşan bir azınlığı el üstünde tutar (Hristiyanlık’taki Kesin İnançlılar ya da Marksizmdeki Proletarya gibi[281]). Tekniyetin Seçilmişleri, Hristiyanlık’ta olduğu gibi, sonsuz yaşama yazgılıdırlar; gerçi bu husus Marksizm’de bulunmamaktadır.[282] Binyılcı kültler tarihsel olarak “büyük toplumsal değişimlerin ya da krizlerin”[283] olduğu zamanlarda ortaya çıkma eğilimi gösterirler. Bu, teknoperestlerin inançlarının teknolojiye duydukları samimi bir güvenden kaynaklanmadığını, bilakis, teknolojik toplum ile ilgili kendi endişelerinin bir tezahürü olduğunu göstermektedir—yarı dinsel bir mit yaratarak kaçmaya çalıştıkları endişeler. ** Üçüncü Bölüm: Toplum Nasıl Dönüştürülür: Kaçınılması Gereken HatalarGüç, doğada hakkın temel ölçüsüdür. —Ralph Waldo Emerson[144]
Bir ya da ikiden fazla çelişki içeren karmaşık bir süreci izlerken, tüm çabamızı süreçteki temel çelişkiyi bulmaya adamalıyız. Bu temel çelişki bulunduğunda, tüm problemler çözülebilir.Bu bölümde, bir toplumda radikal değişiklikler gerçekleştirmek isteyen herkesin dikkat etmesi gereken bazı kurallardan bahsedeceğiz. Bu kuralların hepsi basitçe uygulanabilecek netlikte değildir ve bazıları her durumda kullanılamayabilir. Fakat radikal bir hareket bu kurallara dikkat etmediği taktirde başarı şansını boşa harcama tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktır. Bu bölümün birinci kısmında kuralların kısa ve basit bir açıklamasını vereceğiz. Daha sonra kuralların anlamlarını inceleyeceğiz, örnekler ile açıklayacağız ve uygulanabilirliklerinin sınırlarını tartışacağız. Bölümün son kısmında, kurallardan bihaber olmanın, çevrenin mahvedilmesi de dahil olmak üzere modern teknolojinin yarattığı problemler ile baş etmeye çalışan günümüzdeki çabaları nasıl başarısızlığa mahkum ettiğini göstereceğiz. *** I. Önermeler ve Kurallar Dört önerme ile başlıyoruz. Önermelerin doğruluğu ile ilgili tartışmayı sonraya bırakıyoruz. Önerme 1. Bir toplumu belirsiz ya da soyut amaçların peşinden koşarak değiştiremezsiniz. Açık ve somut bir hedefe sahip olmalısınız. Tecrübeli bir aktivistin söylediği gibi: “Belirsiz ve fazla genel hedeflere genelde ulaşılamaz. Mesele, topluluğunuzu yönlendirmek isteyeceğiniz noktaya doğru kaçınılmaz olarak ivmelendirecek spesifik bir gelişmeyi kurgulamaktır.”[285] Önerme 2. Sadece vaazda bulunmak -yalnızca fikirlerin savunulması-, çok küçük bir azınlık dışında insanların davranışları üzerinde önemli, uzun vadeli değişimler gerçekleştiremez.[286] Önerme 3. Herhangi bir radikal hareket, samimi olabilecek fakat amaçları hareketin amaçları ile yalnızca gevşek bir bağa sahip birçok insanı kendine çeker.[287] Sonuç, hareketin gerçek hedeflerinin, eğer tamamı ile orijinal halinden sapmazsa, belirsiz hale gelmesidir.[288] Önerme 4. Büyük bir güce erişen her radikal hareket, en geç orijinal liderleri (bunlar harekete henüz görece olarak zayıfken katılanlardır) öldüğünde ya da politik hayattan çekildiklerinde yozlaşır. Hareketin yozlaşmasından kastımız, hareketin üyelerinin ve özellikle liderlerinin, kendilerini tamamı ile hareketin ideallerine adayacakları yerde kendi şahsi çıkarları (para, güvenlik, toplumsal statü, güce sahip makamlar ya da kariyer gibi) peşinde koşmalarıdır. Bu önermeleri kullanarak, her radikal hareketin yakın bir şekilde dikkat etmesi gereken belirli kurallar çıkarabiliriz. Kural (i) Hareket, bir toplumu belirli bir tarzda değiştirmek için, ulaşıldığında arzu edilen değişimin gerçekleşeceği tek, açık, basit ve somut bir hedef seçmelidir. Önerme 1’den, hareketin hedeflerinin açık ve somut olması gerektiği çıkmaktadır. Önerme 3’e göre, hareketin hedeflerinin belirsizleşme ya da orijinal halinden sapma eğilimi olacaktır; bu eğilime karşı en iyi önlem basit, açık ve somut bir hedefe sahip olmaktır. Epigrafta görüldüğü gibi Mao, “belirleyici çelişkinin” tespit edilmesinin önemini vurgulamaktadır. Bu “belirleyici çelişki,” genellikle, bir toplumu değiştirmek için hareketin ulaşması gereken temel ve tek hedefi işaret edecektir. Zaferin kesin olmadığı herhangi bir çatışma durumunda, tüm çabanın kritik öneme sahip tek bir hedefe yönlendirilmesi her zaman için hayati öneme sahiptir. Napolyon ve Clausewitz gibi askeri teorisyen ve savaşçılar, güçlerin kritik önemdeki noktaya yoğunlaştırılmasının önemini fark etmişlerdir[289] ve Lenin bu prensibin savaşta olduğu kadar politikada da önemli olduğunu vurgulamıştır.[290] Fakat bunu bilmek için Napolyon, Clausewitz ya da Lenin’e ihtiyacımız yoktur—bu sağduyu gereği bilenebilecek bir olgudur: Zor bir mücadele ile yüz yüze kaldığınızda ve boşa harcayacak gücünüz kalmadığında, gücünüzü en iyi sonuçların alınacağı yerde, kritik öneme sahip tek bir hedefin üzerinde toplamak en mantıklısıdır. Kural (ii) Eğer bir hareket bir toplumu değiştirmek istiyorsa hareket tarafından seçilen hedef öyle bir nitelikte olmalıdır ki, hedefe bir kez ulaşıldığında oluşan yeni durum geri döndürülemez mahiyette olsun. Bunun anlamı, toplumun hedefe ulaşılması ile birlikte değişen yeni durumunun, hareketin ya da başka birilerinin herhangi bir çabası olmaksızın değiştirilmiş halini kendi kendine muhafaza etmeye devam etmesidir. Bir toplumu dönüştürebilmek için hareketin muazzam miktarda güce erişmesi gerekecektir, Önerme 4’e göre bu duruma ulaşan hareket kısa sürede yozlaşacaktır. Bu gerçekleştiğinde, hareketin üyeleri ya da onların halefleri, toplumun hareketin idealleri doğrultusunda değişen koşullarını korumak yerine şahsi kazanç elde etmek ve onları korumak ile meşgul olacaklardır. Bu sebeple toplum, eğer dönüşüm geri döndürülemez mahiyette değilse dönüştürülmüş biçimini koruyamayacaktır. Kural (iii) Bir hedef seçildikten sonra, küçük bir azınlık, hedefi yalnızca fikirlerin vaaz edilmesi ve savunulmasından daha etkili bir şekilde kovalamaları adına ikna edilmelidir. Başka bir deyişle, azınlık kendisini pratik eylem için organize etmelidir. Önerme 2’de söylendiği gibi, sadece fikirlerin vaaz edilmesi, toplumu dönüştürmekte yeterli olmaz. Fikirlerin savunulmasından daha etkili yöntemlerin uygulanabilmesi için bir grup insanın organize edilmesi gereklidir. En azından başlangıçta bu grup, normal şartlar altında çok küçük bir azınlıktan oluşacaktır. Çünkü, yine Önerme 2 uyarınca, fikirlerin vaaz edilmesinden ibaret metotlardan daha etkili yöntemlerin uygulanmasından önce sadece çok küçük bir azınlık harekete geçmeye ikna edilebilir. Kural (iv) Radikal bir hareket, hedefine sadık kalabilmek için, kendi saflarına katılabilecek uygunsuz kişileri bünyesinden uzaklaştıracak yöntemler geliştirmelidir. Bu önemli olabilir; çünkü Önerme 3’ün söylediği gibi, uygun olmayan kişilerin harekete kabul edilmesi hareketin hedeflerinin belirsizleşmesine ya da saptırılmasına sebep olabilir. Kural (v) Devrimci bir hareket hedeflerini gerçekleştirecek güce ulaştıktan sonra, hedeflerini olabildiğince çabuk bir şekilde -orijinal devrimcilerin (harekete henüz zayıfken katılanlar) ölmesinden veya politik hayattan çekilmelerinden önce- gerçekleştirmelidir. Daha önce belirttiğimiz gibi, hareket hedefine ulaşmak için oldukça güçlü hale gelmek zorundadır. Böylece, Önerme 4’e göre hareket kısa zamanda yozlaşacaktır. Yozlaştığında hedefine olan bağını yitirecektir. Dolayısı ile eğer hedefe ulaşılacaksa bunun hareket yozlaşmadan önce olması gerekir. *** II. Önermelerin İncelenmesi Önermeleri dikkatli bir şekilde inceleyelim ve ne kadar doğru olduklarını kendimize soralım. Önerme 1. Bu önermenin doğruluğunu görebilmek için yukarıda alıntılanan tecrübeli aktivistin fikrine bel bağlamamıza gerek yoktur. Belirsiz ya da soyut hedeflerin etkili bir eylemliliğin temelini oluşturamayacağı açık olmalıdır. Örneğin “özgürlük” kendi başına bir hedef olamaz, çünkü farklı insanların özgürlükten anladığı şey ve özgürlüğün farklı veçhelerine verdikleri önem farklıdır. Bu sebeple, belirsiz bir özgürlüğe ulaşmak adına etkili ve istikrarlı bir işbirliği yapılması imkansızdır. Aynı şey “eşitlik”, “adalet”, “çevreyi korumak” gibi belirsiz hedefler için de geçerlidir. Etkili bir dayanışmayı sağlamak için, katılan herkesin hedefin ne olduğu ile ilgili aşağı yukarı aynı anlayışa sahip olacağı açık ve somut bir hedef gereklidir. Üstelik, hedef belirsiz ve soyut olduğunda, gerçekte başarılan pek bir şey olmasa da hedefe ulaşıldığı ya da ulaşılması yönünde gelişme kaydedildiği kolaylıkla iddia edilebilir. Örneğin Amerikalı politikacılar, bu ülkedeki günlük yaşamın gerçekliğinden bağımsız olarak “özgürlüğü” Amerikan yaşam tarzı ile aynı şey olarak görürler. Yurt dışında Amerikan çıkarlarını korumak ile ilgili yapılan her şey “özgürlüğü korumak” olarak adlandırılır ve muhtemelen çoğunluğu oluşturan pek çok Amerikalı bu tanımlamayı kabul eder. Bahsedilen bu sebepler nedeniyle, radikal bir hareketin belirsiz ve soyut hedefleri başarılı bir şekilde kovalayamayacağı genellikle doğrudur. Peki bu her zaman için doğru mudur? Muhtemelen hayır. Örnek olarak Amerikan Devrimi’ne bakın. En geç 1776 Mayısında, Amerikan devrimcilerinin büyük çoğunluğu Britanya’dan bağımsız olmayı en yüksek öncelikli hedefleri olarak belirlemişlerdi.[291] Bu hedef açık ve somuttu ve hedefe başarılı bir şekilde ulaşılmıştı. Fakat bağımsızlık devrimcilerin tek hedefi değildi: Aynı zamanda Amerika’da “Cumhuriyetçi” bir hükumet kurmak istiyorlardı.[292] Çok farklı hükumet biçimleri cumhuriyet olarak adlandırılabileceği için bu, kesinlikle açık ve somut bir hedef değildi. Bu sebeple, bağımsızlık kazanıldıktan sonra, kurulacak “cumhuriyetin” nasıl olması gerektiği konusunda devrimciler arasında ateşli tartışmalar yaşanmıştır.[293] Yine de devrimciler, cumhuriyet olduğu tartışılamayacak bir hükumeti kurmayı başarmışlar ve bu cumhuriyet günümüze kadar ayakta kalabilmiştir. Ancak yine de, devrimcilerin başarılı bir cumhuriyet hükumetini kurmayı Britanya’dan bağımsızlıklarını kazandıktan sonra ve dolayısı ile katı bir muhalefet ile karşı karşıya değilken başarabildiklerini göz ardı etmemek gerekir. Üstelik Amerikan devrimcileri bazı özel avantajlara sahiplerdi: Model olarak yarı yarıya cumhuriyetçi bir model olan İngiliz modeli zaten önlerinde duruyordu. (Jefferson, İngiliz Anayasası’nı monarşi ve “özgürlük” arasında “hedefin yarısına ulaşmış” bir biçim olarak tanımlamıştı.[294]) Devrimciler, İngiliz geleneğinden ve Aydınlanma filozoflarının eserlerinden miras aldıkları “ilerici” politik fikirleri paylaşıyorlardı.[295] Üstelik İngiltere, uzun süredir temsili demokrasi yönünde ilerliyordu. Yani Amerikan devrimcileri, zaten var olan tarihsel bir eğilimi hızlandırmış oluyorlardı. Üstelik bu eğilimi çok da hızlandırdıkları söylenemez, çünkü kurdukları rejim tam olarak demokratik olmaktan uzaktı.[296] Bu bölümün III. Kısmı’nda, belirsiz ve soyut hedeflere ulaşmakta başarı gösteren hareketlerin diğer örneklerine bakacağız. Fakat biz, açık ve somut bir hedefe sahip olmayan bir hareketin, güçlü bir muhalefet ile karşılaştığı ve halihazırda mevcut tarihsel eğilimler tarafından desteklenmediği durumlarda başarılı olduğu açık ve iyi tanımlanmış örnekleri bilmiyoruz. Bir hareketin, açık olmayan ve soyut hedefleri, güçlü bir muhalefete karşı ve hali hazırda işlemekte olan tarihsel bir eğilimin yardımı olmadan hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceği kesin olarak söylenemez. Fakat, açık ve somut bir hedefe sahip olmayan hareketin büyük bir dezavantaja sahip olacağı gerçeği bakidir. Hareketin karşı koyması gereken muhalefet ne kadar güçlü ise hareketin birlik olması ve tüm enerjisini tek bir hedef üzerinde yoğunlaştırması o kadar gereklidir ve bunun başarılabilmesi için açık biçimde tanımlanmış bir hedef gereklidir. Yine de Önerme 1, açık ve somut bir hedefe duyulan ihtiyacın çok yüksek olduğu durumlarda dahi soyut hedeflerin tamamı ile faydasız olduğu anlamına gelmez. Soyut hedefler, çoğu zaman hareketin somut hedefinin meşrulaştırılmasında ve motivasyonunda etkili bir rol oynar. Kaba bir örnek vermek gerekirse, “özgürlük” ile ilgili özlemler bir diktatörü alaşağı etmeye çalışan bir hareketi motive edebilir ve onu meşrulaştırabilir. Önerme 2, genel ve gündelik tecrübeler ile ilgilidir. Sadece onlara bir şeylerin vaaz edilmesi ile insanların fikrini değiştirmenin ne kadar zor olduğunu hepimiz biliriz—genel anlamda. Gerçekte, Önerme 2’nin bazı önemli istisnaları bulunmaktadır. Fakat bunları tartışmadan önce, istisna gibi gözüken kimi durumların aslında pek de istisna olmadıkları vurgulanmalıdır. Örneğin İsa Mesih’in öğretilerinin insan davranışlarını yönlendirmede etkili olduğunu düşünmek yanlış olacaktır. İlk dönem Hristiyanların İsa’nın öğretilerine göre (bunları yorumladıkları şekliyle) yaşamaya çalıştıkları anlaşılmaktadır, fakat bu evrede Hristiyanlar çok küçük bir azınlığı oluşturuyorlardı. Hristiyan yaşam tarzı, Hristiyanların sayısının artması ile birlikte zamanla yoğunluğunu kaybetmiştir[297] ve Hristiyanlık Roma İmparatorluğu’nda egemen hale geldiğinde çok az sayıda Hristiyan M.S. birinci yüzyılda yaşamış Hristiyanlar gibi yaşıyordu. Dünyada işler eskiden olduğu gibi devam ediyordu; savaşlar, şehvet, açgözlülük ve aldatmanın bolca bulunduğu bir dünya. Tabii ki gerçekte olan şey, Hristiyan doktrinlerin tarihin belirli bir döneminde bulunan bir toplum biçimine uyacak şekilde yeniden yorumlanmasıdır. Batı Avrupa’da para ekonomisinin olmadığı Karolenj devrinde, İncil’in “faizi”[298] yasaklayan buyrukları faizle borç vermenin her türünü kapsayacak şekilde yorumlanıyordu.[299] Fakat bu yasak ekonomik gelişmeyi engellemeye başlayınca esnetilmiştir ve günümüzde faizle borç vermenin din tarafından yasaklandığını iddia eden bir Hristiyan’a rastlamak çok nadir bir durum olacaktır. İsa’nın kendisi -İncil’in onun fikirlerini doğru bir şekilde yansıttığını kabul edersek- her türlü mülk biriktirmeye karşıydı.[300] Erken dönem Hristiyanları muhtemelen buna uygun yaşamaya çalışmışlardı, çünkü “ev ve toprak sahibi olan kim varsa bunları sattı ve buradan elde ettikleri paraları getirdiler ve bunları havarilerin ayakları altına serdiler ve bunları her insanın ihtiyacına göre paylaştılar.”[301] Fakat bu davranış, Hristiyanlık yaygın bir hale geldikten sonra pek sürmedi. İsa’nın “öldürmeyin” emri, hiçbir zaman tüm öldürme şekillerini yasaklamak amacında olmamıştır; sadece “cinayeti,” yani meşru olmayan öldürmeyi yasaklıyordu.[302] Hristiyan toplumlar, tıpkı İsa’nın hiç var olmadığı durumda olacağı gibi, meşru olmayan öldürmenin ne anlama geldiğini kendi ihtiyaçlarına göre yorumlamışlardır. Bu sebeple, İsa’nın bu konudaki öğretilerinin herhangi bir elle tutulur etkisinin olduğu görülmemektedir. Başka bir örnek için Karl Marx’a bakalım. Marx bir devrimci olarak yalnızca on iki yıl aktif olmuştur (1848-1852, 1864-1872) ve bu anlamda pek başarılı olduğu söylenemez.[303] Oynadığı rol, temel olarak bir teorisyen, fikir savunucusu olmaktı. Fakat kimi zaman Marx’ın 20. yüzyıl tarihinde derin bir iz bıraktığı söylenir. Gerçekte derin izi bırakan kişiler eylem adamlarıdır. (Lenin, Trotsky, Stalin, Mao, Castro vb.) Marksizm adına devrimleri organize eden kişiler. Ve bu kişiler, kendilerine Marksist demeye devam ederken, “nesnel” şartlar farklı davranmayı gerektirdiğinde Marx’ın teorilerini bir kenara itmekten çekinmemişlerdir. Üstelik, yaptıkları devrimlerin sonucu olarak ortaya çıkan toplumlar, Marx tarafından öngörülen toplum biçimine yalnızca genel anlamda sosyalistik oldukları ölçüde benzemişlerdir. Marx ne sosyalizmi keşfeden ne de devrim yapma isteğini ortaya çıkaran kişidir. Sosyalizm de devrim de Marx’ın zamanında “moda” olan kavramlardı ve yalnızca dahi bir adam onları düşündüğü için moda değillerdi. Modaydılar, çünkü zamanın toplumsal koşulları bunu gerektiriyordu (Marx’ın kendisinin ilk olarak üzerinde durduğu gibi[304]). Marx hiç yaşamamış olsaydı dahi devrimciler yine olacaktı ve başka bir sosyalistik düşünürü kutsal azizleri olarak göreceklerdi. Bu durumda teorinin terminolojisi ve ayrıntıları farklı olacaktı, fakat devamında yaşanan politik hadiseler büyük ihtimalle çok benzer olacaktı. Çünkü o hadiseleri belirleyen Marx’ın teorileri değildi; bir takım “objektif’ koşulların, sosyalist devrimleri organize eden eylem adamlarının kararları ile harmanlanması sonucu ortaya çıkmışlardı. Eylem adamları da, daha önce belirttiğimiz gibi, Marx’ın teorilerinden çok, devrimci çalışmanın pratik gerekliliklerine göre hareket etmişlerdi. Marx olmadığında yaşanacak politik hadiselerin farklı olacağını varsaysak dahi, yaşanan hadiseler Marx’ın fikirlerinin gerçeğe dönüştüğünü göstermemektedir. Çünkü sosyalist devrimler sonucu ortaya çıkan toplumlar Marx’ın öngördüğü ya da arzu ettiği toplumlara hiç benzememektedirler. Bu sebeple Marx, yalnızca fikirleri savunmakla pek bir şey elde etmiş gibi gözükmemektedir. Benzer sebeplerle, fikirleri tarihi etkilediği varsayılan “büyük düşünürlerin” -bu düşünürlerin aynı zamanda, Muhammed Peygamber örneğinde olduğu gibi, fikirlerini pratikte uygulama kapasitesine sahip eylem adamları oldukları durumların haricinde- muhtemelen çok az bir kısmı hedeflerine ulaşmıştır. Dolayısı ile bu tarz düşünürler, fikirleri savunmanın kendi başına, insanların (belki çok küçük bir azınlık dışında) davranışında önemli ve kalıcı değişiklikler yapamayacağını söyleyen prensibe karşıt örnekler oluşturmamaktadırlar. Yine de Önerme 2’nin bazı istisnaları vurgulanmalıdır. Küçük çocuklar kendi ebeveynlerinin ya da saygı duydukları diğer yetişkinlerin öğütlerini kabul etmeye bir hayli meyillidirler. Küçük bir çocuğa aşılanan prensipler onun davranışını yaşamı boyunca yönlendirebilir. İnsanların dışarıdan aldığı fikirler, eğer bu fikirler birçok kişinin kendi kişisel çıkarları için uygulanabilecek mahiyette ise kişilerin davranışları üzerinde önemli ve uzun vadeli etkiler yapabilirler. Örneğin ampirik bilimin rasyonel metotları, ilk başta yalnızca küçük bir azınlık tarafından savunuluyordu. Bu fikirler onları uygulayanlara büyük pratik faydalar sağladığı için dünya çapında yaygınlaşmış ve uygulanabilir hale gelmişlerdir. (Yine de, bilimsel rasyonalite, onu uygulayanlara faydalı olduğu sürece istikrarlı bir şekilde uygulanmıştır. Bilimsel rasyonalite, amacın gerçekliği olabildiğince uygun bir şekilde tasvir etmek değil, fakat bir iddiayı ya da dünya görüşünü desteklemek olduğu ve bu sebeple irrasyonelliğin daha faydalı olduğu sosyal bilimlerin bazı alanlarında genellikle göz ardı edilmiştir.) Modern toplumun iktidar yapısı, kitle medyasının ve yetenekli profesyonel propagandacıların kullanıldığı geniş ölçekli bir propaganda kampanyası ile insan davranışını değiştirebilir. Belki mevcut iktidar yapısı dışındaki bir grup da propaganda yolu ile insan davranışını değiştirebilir. Fakat bu yalnızca, grup devasa ve sofistike bir medya kampanyasını gerçekleştirecek kadar zengin ve güçlü ise mümkün olabilir.[305] İnsan davranışının profesyonel propagandacılar tarafından değiştirildiği durumlarda dahi, bu değişikliğin sürekli olup olmadığı şüphelidir. Bu değişikliklerin, propagandanın sona ermesi halinde ya da propagandanın tam tersi fikirleri savunan başka bir propaganda kampanyası ile değiştirilmesi halinde kolaylıkla geri çevrilebildikleri anlaşılmaktadır. Bu yüzden Almanya’da Nazi, Sovyetler Birliği’nde Marksist-Leninist ve Çin’de Maoist propagandanın etkileri, bu propagandayı gerçekleştiren sistemlerin devam etmediği durumlarda kısa sürede ortadan kaybolmuştur. Önerme 3. Muhtemelen her radikal hareket, belirli derecelerde, amaçları hareketin amaçları ile ancak çok az benzeşen kişileri kendine çekmek gibi bir eğilime sahiptir. Earth First! 1980 yılında kurulduğunda tek amacı vahşi doğanın korunması idi. Fakat aktivizmi sadece aktivizm için yapan ve vahşi doğa ile ilgili pek fazla endişeye sahip olmayan birçok solcu tipi de kendine çekmişti. Bunun iyi bir örneği Judi Bari’dir. Judi Bari radikal bir feministti; ABD’nin Orta Amerika’ya müdahalesine karşı gösterilere katılmıştı; kürtaj hakkı için mücadele etmişti ve nükleer karşıtı hareketin içinde bulunmuştu. “Sonunda çevreciliği de savunduğu davalar repertuvarına ekledi”[306] ve Earth First!’e katıldı. Bu tarz kişilerin Earth First!’e hücumu, grubun orijinal amacının “sosyal adalet” meseleleri ile bulanıklaştırılarak çarpıtılmasına yol açmıştır.[307] Muhtemelen her radikal hareket, amaçları hareketten farklı olan insanlara aynı derecede çekici gelmez. Söz konusu olan şahsi riskler yüzünden illegal ve yasaklanmış hareketlerin pek çok eksantriği ve beceriksiz iyi niyetliği kendine çekmesi olası değildir. Fakat diğer yandan bu tarz bir hareket tehlike, komplo ve şiddete kendisi için değer veren maceracılara çekici gelebilir. Eğer bir hareket tek, spesifik ve açıkça belirlenmiş bir hedefe yönelik zorlu bir mücadeleye (legal ya da değil) tamamı ile odaklanmış ise kendini tamamı ile bu işe adamayacak kişilere pek çekici gelmeyecektir. Bunun doğru olup olmamasından bağımsız olarak, birbirinden çok farklı amaçlara sahip insanlar bir harekete katılsalar dahi, eğer hareketin amacı basit, somut ve açık ise ve hareket tamamı ile bu amaca odaklanmış ise hareketin amacının bulanmasının ve rotasından saptırılmasının kaçınılmaz olmadığı gözükmektedir. Örneğin erken dönem feminist liderlerin pek çoğunun alkol karşıtlığı, barış (savaş karşıtlığı), pasifizm, kölelik karşıtlığı ve “ilerici” olarak adlandırılabilecek meseleler ile ilgilenen profesyonel reformcular oldukları görülmektedir.[308] Fakat feminist hareket 1870 yılında tek bir hedefe, kadınlar için oy hakkı hedefine kitlendiğinde, 1920 yılında bu hedef gerçekleşene kadar ona sadık kalmıştır.[309] Dolayısı ile Önerme 3’te yer alan “eğilime sahiptir”, “olabilir” gibi ifadeler önermenin değişmez bir yasayı değil, toplumsal hareketlerin karşı karşıya olduğu bir tehlikeyi vurguladığını göstermektedir. Fakat bu tehlike, ciddi bir tehlikedir. Önerme 4. Önerme 4’ün anlamının daha net bir şekilde ifade edilmesi gerekiyor: Bir hareketin takip eden iki durumun gerçekleşmesinden önce tam olarak yozlaşması kaçınılmaz değildir: i) Harekete üye olmanın çok az risk içermesi ya da hiç risk içermemesi (fiziksel zarar ya da dramatik bir statü kaybı anlamında). ii) Hareketin, mensuplarına para, güvenlik, makam, mevki, kariyer ya da toplumsal statü gibi genel tatminleri sunabilme imkanı—sadece hareketin içerisinde değil, aynı zamanda toplum genelinde de. Bu durumlarda dahi, hareket toplumda egemen bir güç olana kadar hareketin idealleri etkinliğinin bir kısmını koruyabilir; ancak bu gerçekleştikten sonra yozlaşma tamamlanmıştır. Yukarıdaki açıklamanın dahil edilmesi ile birlikte Önerme 4 istisnasız olarak doğrudur. Henüz görece olarak zayıf bir radikal harekete katılan insanlar da, hareketin amaçlarından farklı amaçlara sahip olabilirler. Fakat bu insanlar, en azından, geleneksel anlamda bencil değillerdir; çünkü görece zayıf bir harekete katılmakla, herkesin peşinden koştuğu genel geçer çıkarları elde edemezler. Harekete üyelikleri gerçekte ciddi risk ve fedakarlıkları beraberinde getirebilir. Motivasyonlarının bir bölümünü güce erişme isteği oluşturabilir; fakat bu isteği, ileride güce erişecek ve hedeflerine ulaşacak bir harekete katılarak tatmin etmeye çalışırlar.[310] Hareketin içinde de güç mücadeleleri olabilir. Fakat üyeler, halihazırda güçlü olan ve yerleşmiş bir hareketin sunacağı güç mevkilerini beklemeyeceklerdir. Ancak hareket bir kez para, güvenlik, statü, kariyer, şahsi iktidar sağlayan istikrarlı pozisyonlar ve benzer avantajlar sunacak konuma geldiğinde, fırsatçılar üzerindeki çekim kuvveti dayanılmaz olacaktır.[311] Bu aşamada hareket, yönetim aygıtları büyük bir genişliğe erişmiş büyük bir hareket haline gelmiş olacaktır; bu sebeple fırsatçıların uzak tutulması imkansız olacaktır. Bolşevikler Rusya’da egemen konuma geldikten sonra sahip olduğu güce rağmen Lenin dahi partiye akın eden fırsatçıları partiden uzak tutamamıştır. Trotsky’e göre bu insanlar, “Stalinist parti rejiminin dayanaklarından birini” oluşturmuşlardır.[312] Üstelik hareket aşırı bir güç elde ettiğinde daha önceleri samimi olan devrimciler dahi gücün ayartmalarına kendilerini kaptırabilirler. “Özgürlük kahramanlarının tarihi, bu kişilerin iktidara gelince güç odakları ile ilişkiye girdiklerini göstermektedir. Ezilenlerin en diptekileri tarafından iktidara getirildiklerini unutabilirler. Genellikle bu kesimlerle olan ortak noktalarını kaybederler ve kendi destekçilerinin karşısına geçerler.” (Nelson Mandela)[313] Tarihe bakın: Kilise güçlü bir konuma geldikten sonra Hristiyanlığa neler olduğunu hepimiz biliyoruz. Ruhban sınıfının yozlaşmışlığı, herhangi bir zaman diliminde, Kilise’nin gücü ile doğru orantılı olmuştur. Bazı papalar gerçek anlamda yozlaşmıştı.[314] İslam bu konuda daha iyi bir örnek sunmamaktadır. Peygamberin ölümünden yirmi dört yıl sonra damadı Halife Osman isyancılar tarafından öldürüldü. Bu hadiseyi Müslümanlar arasındaki güç mücadeleleri, şiddet ve İslamiyet içerisindeki uzun süreli çatışmalar izledi.[315] İslamiyet’in sonraki yıllardaki tarihi de ideallerine Hristiyanlıktan daha sadık kaldığını göstermemektedir.[316] Fransız Devrimi’ni Napolyon’un, Rus Devrimi’ni ise Stalin’in diktatörlükleri izlemiştir. 1910-1920 yıllarındaki Meksika devriminden sonra devrimci ideallerin içeriği gerçekte devrim ile bir alakası olmamasına rağmen kendine “devrimci” demeye devam eden bir partinin diktatörlüğü ile boşaltılmıştır.[317] Sosyolog Eric Hoffer şöyle yazmıştır: Bebeklik aşamasındaki Nasyonal Sosyalizm’i büyütürken dahi hareketin geçeceği tüm aşamalar ile ilgili açık bir vizyona sahip olan Hitler, hareketin yalnızca üyelerine bir şey sunamıyorken canlılığını koruyabileceği uyarısında bulunmuştur...[318] Hitler’e göre ‘hareketin dağıtacağı makam ve mevki ne kadar çoksa, sahip olacağı insan kalitesi o kadar düşük olur ve sonunda bu politik fırsatçılar başarılı bir partiye öylesine üşüşürler ki, eski günlerin dürüst savaşçıları hareketi tanıyamaz olurlar ... Bu olduğunda hareketin ‘davasından’ geriye bir şey kalmamış demektir.’[319] Mart 1949’da komünistler Çin’de nihai zaferin eşiğindeyken Mao şu uyarıyı yapmıştır: Zaferle birlikte Parti’de belirli davranış biçimleri ortaya çıkabilir—kibir, kahramanlık havaları, atalet ve gelişim göstermek konusunda isteksizlik, zevk düşkünlüğü ve zorlu yaşam koşullarından nefret... Yoldaşlara, alçak gönüllü olmaları, sağduyulu kalmaları ve çalışma biçimlerinde aceleden ve kendini beğenmişlikten uzak durmaları için yardım etmek gerek.[320] Söylemeye gerek yok ki Mao’nun uyarısı beyhude olmuştur. 1957 gibi erken bir tarihte şöyle yakınmıştır: Son zamanlarda personelimiz bünyesinde çok tehlikeli bir eğilim kendisini göstermiştir— kitlelerin sevinçlerini ve zorluklarını paylaşma konusunda isteksizlik, kişisel ün ve kazanç endişesi.[321] Bugün Çin’deki Komünist Rejim yolsuzlukları ile meşhurdur. Bu durum, Parti üyeleri ve hükumet üyelerinin Komünist ideallerden çok kendi kariyerleri ile ilgili olmaları ile sınırlı değildir.[322] Rejim daha derin olarak, topyekun bir kriminal yolsuzluk ile maluldür.[323] Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın sona ermesinden kısa süre önce Thomas Jefferson şöyle yazmıştır: Henüz yöneticilerimiz dürüstken ve dayanışma içindeyken tüm esaslı hakları yasal bir zemine oturtmamız gerektiği ne kadar vurgulansa azdır. Savaşın bitmesi ile birlikte yokuş aşağı gitmeye başlayacağız.[324] Gerçekten de savaşın sona ermesi ile beraber birliği oluşturan on üç devlet arasındaki tartışmalar ve anlaşmazlıklar öyle noktalara ulaşmıştır ki ulusal birlik kopmanın eşiğine gelmiştir.[325] Devrimciler, 1787 Anayasası’nı oluşturarak dağılmanın önüne geçebilmişlerdir. Fakat 1798 yılında yürürlüğe giren özgürlük karşıtı Yabancı ve Ayrılma Yasaları[326] eski devrimciler arasında dahi Devrim ideallerinin zayıflamasının bir göstergesi olmuştur ve orijinal devrimcilerin çoğunluğunun öldüğü zamanlara gelindiğinde Amerikan politikasında bir idealizmin ve hatta dürüstlüğün kalmadığı söylenebilir.[327] Birleşik Devletler’in neden Latin Amerika devletlerinin izlediği yolu takip etmediği ve bir diktatör ya da oligarşinin yönetimi altına neden düşmediği sorgulanabilir. Bu soruya verilecek cevabın bir kısmı, Amerikan kolonicilerinin, İngiliz kuzenleri gibi, yarı-demokratik bir hükumet biçimine uzun süredir alışmış oldukları ve bu sebeple otoriter bir rejim kuramayacakları ya da böyle bir rejimi tolere etmeyecekleri olacaktır. *** II. Kuralların İncelenmesi Kurallar doğrudan önermelerden çıkarıldığı için, kurallar ile ilgili tartışmamız önermeler ile ilgili yukarıdaki tartışmalarımızın belirli açılardan ayrıntılandırılması ve genişletilmesinden oluşacaktır. Kural (i) bir hareketin tek, açık, basit ve somut bir hedefe sahip olması gerektiğini söylemektedir. Meksika sivil toplum hareketi olarak adlandırılan oluşum Kural (i)’i açıkça ihlal eden bir hareketin başına gelenleri göstermektedir. Sivil toplum hareketi 1985 yılında ortaya çıkmıştır ve hedefleri “temerküz etmiş, merkezi iktidara karşı çıkmak”[328] ve “insan hakları, vatandaşlık hakları, politik reformları savunmak ve tek-parti devleti egemenliğine karşı sosyal adalet” için mücadele etmek olmuştur.[329] Bu sebeple hareket, adem-i merkeziyetçiliği ve “gücün dağıtılmasını”[330] savunuyordu ve “ezilmişlerin, köylülerin, işçilerin, fakir insanların ve yerlilerin”[331] yanlarında duruyordu. Sivil toplum hareketinin tek, açık, somut bir hedefe sahip olmadığı açıktır.[332] Hareketin bazı kısımları kendilerine tek, açık, somut hedefler seçmişlerdir. Örneğin Meksika’daki nükleer karşıtı hareket sivil toplum hareketinin bir parçasıydı[333] ve sahip olduğu tek hedef Meksika’da nükleer enerjinin gelişmesini önlemekti. Bu hedefinde tamamı ile başarılı olduğu söylenemez çünkü Meksika’da bir nükleer santral faaliyete geçmiştir. Yine de, nükleer karşıtı hareketin “Meksika’da nükleerin geleceği konusunda büyük bir başarı elde ettiği söylenebilir;” çünkü Meksika’nın iktidar partisi “düzinelerce nükleer reaktör inşa etme planlarından vazgeçmiştir.”[334] Fakat bugün (2013) kim, ortaya çıkışından yirmi sekiz yıl sonra sivil toplum hareketi hakkında bir şey duymaktadır? Hareket, yukarıda sayılan genel hedefler doğrultusunda ciddi bir ilerleme kaydedemeden yok olup gitmiş gözükmektedir. “Muhafazakar” (“otoriter” okuyunuz) PAN partisinden Vicente Fox’un 2000 yılında başkan seçilmesi, PRI’nın iktidar tekelini kırarak “tek-parti devletinin egemenliğini” sonlandırmış gibi gözükebilir; ancak PRI teknokratlarının pek çoğu aslında “PAN ile girilecek bir tür iktidar paylaşımını” kendileri istemişlerdir. Böylece Meksika bir tek-parti devleti gibi görünmeyecek, fakat teknokratik kontrol altında kalmaya devam edecekti.[335] Teknokratların iktidar paylaşımı düzenlemesi çok iyi işliyor gözükmektedir: PAN, başkanlığı iki altı yıllık dönem boyunca elinde tutmuştur (2000-2012) ve şu anda (2013) PRI yeniden iktidardadır. Meksika’da “gücün yeniden dağıtılması” gibi bir durumun söz konusu olduğu söylenebilir. 2008-2010’da: Ülkenin çoğunda [uyuşturucu çeteleri] hükumetin kendisinden daha güçlü idi. Meksika’nın üç büyük uyuşturucu karteli, ülkenin endüstriyel merkezinin yer aldığı pasifik kıyılarının ve turizmin merkezi olan Meksika Körfezi’nin kontrolünü elinde bulunduruyordu. Çeteler politikacıları, polisleri ve gazetecileri korkutamadıkları ya da satın alamadıkları durumlarda öldürmekten çekinmiyorlardı. Fakat yine de, fakir Meksikalılar için birer halk kahramanıdırlar. [Çeteler], Meksika’nın elit özel hareket kuvvetlerinin birçok üyesini bünyesinde bulundurmaktadırlar. Aynı zamanda çeteler, Meksika’nın iktidar yapısına sızmış durumdadırlar. Yerel polisten, ordu generallerine ve başkan yardımcılarına kadar hükümetin her seviyesini yozlaştırmışlardır.[336] Meksika hükümetinin günümüzde (2013) uyuşturucu çetelerine üstünlük kurmaya başladığına dair işaretler bulunmaktadır.[337] Fakat çeteler sahip oldukları gücü ilelebet korusalar dahi, bu durumun sivil toplum hareketini başlatanların hayallerindeki “iktidarın paylaşılması” ile aynı anlama gelmeyeceği açıktır. Dolayısı ile, hareketin kimi bölümleri spesifik hedeflerine ulaşmış olsa bile hareketin genel olarak başarısız olduğu söylenebilir. 19. yüzyılın ilk üçte ikisi boyunca İngiltere ve Birleşik Devletler’de feministlerin hedefi kadınları toplum nezdinde güç, saygınlık ve fırsatlar açısından erkekler ile eşit hale getirmekti. Bu hedefin belirsiz ve genel bir hedef olması yüzünden bu erken dönem feministlerinin pek bir başarı elde edememeleri sürpriz değildir.[338] Fakat, daha önce de gördüğümüz gibi, 1870 yıllarında feministler tek, açık, basit ve somut bir hedef üzerinde karar kılmışlardır: Kadınların oy hakkını elde etmesi.[339] Belki de oy hakkının, güç yolundaki diğer kapıları kadınlara açacak anahtar olduğunu ve böylece başka hedeflere ulaşmalarında bir araç olacağını fark etmelerinden dolayı, kadınlar için oy hakkını kazanmak feministlerin çabalarını yoğunlaştırdıkları ve sonunda 1920 yılında ulaştıkları tek hedef olmuştur. 1920 yılından beri feminist hareketin tek, açık ve somut bir hedefi olmamıştır. Hareket, muhtelif hedeflerin peşinden koşan ve çoğunlukla birbiri ile anlaşamayan çeşitli fraksiyonlara bölünmüştür.[340] Kural (i)’i bu şekilde ihlal etmelerine rağmen feministler, genel hedefleri yönünde istikrarlı bir gelişme göstermişlerdir—kadınları güç, saygınlık ve fırsatlar bakımından erkekler ile eşit hale getirmek.[341] Fakat feministler, Kural (i)’i ihlal etmelerini telafi eden kritik önemde bazı avantajlara sahiptirler. İlk olarak, erken dönem feministlerinin iyi seçilmiş merkezi hedefleri -oy hakkı- kadınlara kolektif bir güç vermiştir: Seçimleri kazanmak isteyen hiçbir politikacı kadınların isteklerini göz ardı etmeye cesaret edemez. Daha da önemlisi, tarihin akışı feministlerin yararına çalışmaktadır. Sanayi Devrimi’nin başından beri “eşitliğe” yönelik güçlü bir eğilim bulunmaktadır—bunun anlamı, bireyler arasındaki, teknolojik sistemin ihtiyaçlarının gerekli kıldığı farklılıklar haricindeki tüm farklılıkların ortadan kaldırılmasıdır. Böylece, bir matematikçi sadece matematikteki yetenekleri ile, bir mekanikçi sadece motorlar konusundaki bilgisi ile, bir fabrika müdürü sadece fabrikayı idare etme becerisi ile değerlendirilir. Geçen zaman ile birlikte matematikçi, mekanikçi ve fabrika müdürü arasındaki din, sosyal sınıf, ırk, cinsiyet vb. farklılıkların alakasız addedilmesi beklenir. Feministlerin eşitlik hedefi bu tarihsel eğilim ile aynı doğrultuda olduğu için, feminizme olan tepki zaman içerisinde istikrarlı bir şekilde azalmış ve en geç 1975’ten itibaren medya ve kültürel ve politik iklim, ağırlıklı olarak, cinsiyet eşitliğini destekleyen bir konuma geçmiştir. 1945 sonrası İngiliz ve Amerikan feminizmi ile Meksika sivil toplum hareketinin karşılaştırılması, bir hareketin karşılaştığı muhalefet ne kadar güçlü ise o hareketin tüm enerjisini tek ve açık olarak tanımlanmış bir hedef üzerinde yoğunlaştırmasının bir o kadar önemli olduğu prensibini göstermektedir. Feministlerin cinsiyet eşitliği ile ilgili belirsiz hedefleri doğrultusunda istikrarlı bir ilerleme kaydetmelerinin bir sebebi, 20. yüzyılın ortalarından itibaren ciddi bir muhalefet ile karşılaşmamış olmalarıdır. Fakat Meksika sivil toplum hareketi, güçlerinden feragat etmek istemeyen politikacılar ve teknokratların sert muhalefeti ile karşılaşmıştır ve hareketin tek, açık ve somut bir hedefe yoğunlaşmaması başarısızlığa davetiye çıkarmıştır. Kural (i) ile bağlantılı olarak İrlanda tarihine bakmak öğreticidir. En geç 1771’den 1880’li yıllara kadar, İrlanda köylülerinin yaşamak zorunda oldukları kötü koşullar sebebi ile İrlanda’da kronik kırsal ayaklanmalar olmuştur.[342] 1798 yılında şiddet içeren bir devrim girişimi olmuştur; fakat büyük oranda örgütlenmeden ve disiplinden yoksun olduğu için ve açık bir hedefe sahip olmadığından feci bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır.[343] İrlandalılar, ancak Daniel O’Connell’ın gelişi ile birlikte ilerleme kaydetmeye başlamışlardır. O’Connell politik bir dahi ve büyüleyici bir hatipti.[344] Fakat diğer birçok politik dehanın aksine, kendisini ülkesinin refahına adayan samimi bir vatanseverdi. O’Connell’ın nihai hedefi “İrlanda halkının koşullarını iyileştirmekti.”[345] Bu belirsiz ve genel hedefe yönelik bir adım olarak O’Connell kendisine açık ve somut bir hedef, “Katolik Kurtuluşu” hedefini seçmişti.[346] Bu, İrlandalı Katolikleri bazı siyasi engellere maruz bırakan yasaların yürürlükten kaldırılması anlamına geliyordu. (Örneğin Katoliklerin yargıç ya da parlamenter olma hakları yoktu.)[347] Katolik Kurtuluşu doğrudan, yalnızca önemli mevkilere gelebilecek ya da Parlamento’ya seçilebilecek küçük bir azınlığa fayda sağlayacaktı; fakat Katoliklerin Parlamento’da temsil edilmelerini sağlayarak ve (daha önemlisi) Britanya hükumetine karşı kolektif bir eylem ile üstün gelebileceklerini kanıtlayarak, Katolik köylülere dolaylı olarak büyük fayda sağlayacaktı.[348] O’Connell, Katolik Kurtuluşu hedefine yoğunlaşan inanılmaz derecede iyi organize olmuş ve disiplinli bir hareket kurdu ve bu hedefe altı yıl gibi bir sürede ulaşıldı.[349] Hiç şüphe yok ki Katolik Kurtuluşu, feminist hareketin de arkasında olan “eşitliğe” yönelik tarihsel eğilim ile uyumlu olduğu için için er ya da geç yine ulaşılacak bir hedefti. Fakat O’Connell ve organizasyonu olmasaydı Katolik Kurtuluşu hedefine ulaşılması muhtemelen belirli bir süre daha gecikecekti. Çünkü Kurtuluş, 1829’da Britanya tarafından gönülsüz bir şekilde kabul edilmişti[350] ve O’Connell, hükumetin 1789’dakine benzer şiddetli bir ayaklanma daha çıkması korkusu üzerinde oynamasaydı muhtemelen bu da gerçekleşmeyecekti.[351] (Bu sebeple, acımasız bir şekilde bastırılmasına rağmen 1798 ayaklanmasının beyhude olmadığını vurgulamak gerekir.) Söylemeye gerek yok ki tek, açık, basit ve somut bir hedef peşinde koşan mükemmel bir organizasyona sahip olmak başarı garantisi değildir. O’Connell 1840 yılında, İngiltere ve İrlanda’yı bir parlamento çatısı altında birleştiren Birleşme Yasası’nı yürürlükten kaldırmak için Repeal Association’ı kurmuştu. Burada amaç İrlanda’yı İngiltere’den koparmak değil, İrlanda İngiltere’nin yönetimi altında kalmaya devam ederken İrlanda’ya özgü bir parlamento kurmaktı.[352] O’Connell bu amaç için tekrar, İrlanda halkının geniş desteğine sahip yüksek disiplinli bir hareket kurmuştu. Fakat bu kez hedefine ulaşamadı. Çünkü Britanya hükümeti ve parlamento sert bir tutum takındı ve Birleşme Yasası yürürlükten kaldırılmadı.[353] O’Connell’ın Repeal Association’ının başarısız olmasına katkı yapan bir faktör, 1846-49 yıllarında yaşanan Büyük Patates Kıtlığıdır. Köylüler kitleler halinde açlıktan ölürken O’Connell’ın politik hedefleri onlara alakasız görünüyordu.[354] 1847 yılında, kıtlık sırasında, Repeal Association üyesi bir grup, İrlanda Konfederasyonu adı verilen yeni bir organizasyon kurdu.[355] Yeni grup, hemen spesifik bir hedefe sahip olmaları gerektiğini fark etti.[356] Fakat görünüşe göre, kıta Avrupasında kopan 1848 ayaklanmalarına kadar bu hedefin ne olması gerektiği konusunda anlaşamadılar. Bu olaylardan ilham alan İrlanda Konfederasyonu, şiddet içeren bir devrimi kendilerine hedef olarak belirledi; amaç İrlanda’nın Britanya’dan bağımsızlığı idi.[357] Aynı yıl radikaller tarafından girişilen ayaklanma, bir bakıma radikallerin de beceriksizliği fakat daha önemlisi halk desteğine sahip olmadığı için başarısızlık ile sonuçlandı. Sokaktaki adam yalnızca kendi kısa vadeli maddi refahı ile, hatta bizzat hayatta kalabilmek ile ilgileniyordu ve Konfederasyon’un milliyetçiliğine pek ilgi duymuyordu.[358] 1856 yılında James Stephens isminde bir lider (1848 ayaklanmasında hayatta kalanlardan), açık ve somut bir hedef olan İrlanda’nın topyekun politik bağımsızlığı üzerinde karar kılmıştı.[359] Bağımsızlığı bir “cumhuriyetin” kurulması izleyecekti.[360] Fakat ikinci hedefin belirsiz olması muhtemelen çok önemli değildi; çünkü cumhuriyet, bağımsızlık elde edilmeden zaten kurulamayacaktı. Bu sebeple, cumhuriyet kurmak gibi belirsiz bir hedef somut ve spesifik bağımsızlık hedefini engellemeyecekti. (Bu durumu, Amerikan devrimcilerinin yukarıda tartışılan durumu ile karşılaştırın.) Mükemmel bir örgütçü olan Stephens, 1867 yılında İrlanda’yı Britanya’dan koparmak için bir ayaklanma girişiminde bulunan güçlü bir devrimci hareket kurdu.[361] Konumuz ile alakası olmayan bazı sebepler yüzünden ayaklanma büyük bir başarısızlık ile sonuçlandı.[362] Fakat o tarihten 1916 yılına kadar, Britanya’dan tamamı ile bağımsız olmaya yönelik istek İrlanda halkında hemen hemen hiç destek bulamayan aşırı milliyetçi küçük bir azınlık tarafından canlı tutuldu.[363] İrlanda’lı köylüler ilk başlarda yalnızca toprak sahiplerinin baskısından kurtulmakla ilgileniyorlardı ve milliyetçi idealler ile alakaları yoktu. Köylülerin çektiği acılar Batı medeniyetindeki genel özgürleşme eğilimi ile hafifletilmekteydi ve bu süreç Parnell ve Gladstone’un[364] çabaları ile hızlandı. Böylece köylülerin koşulları adım adım iyileşti ve en geç 1910 yıllarında, onları radikal bir eyleme motive edecek ciddilikte bir şikayetleri kalmamıştı.[365] Böylece 20. yüzyılın ikinci on yılında, İrlandalIların Britanya’dan ayrılmak için geçerli sebepleri kalmamıştı; bu ayrılık tarihsel bir zorunluluk olarak da görülmüyordu. Buna rağmen, aşırılıkçıların inatçı bir şekilde topyekun bağımsızlık hedefinde diretmeleri sonunda meyvesini verdi. 1916 ve 1921 arasında, ilk başta anlamlı bir desteğe sahip olmayan ve küçük bir azınlık olan aşırı milliyetçilerin İrlanda halkının çoğunluğunu kendi yanlarına çekebilmeleri olağanüstü bir durumdur. Terörist taktikler ve gerilla savaşı yolu ile milliyetçiler, Britanya hükumetini, İrlanda köylülerini ona yabancılaştıran ve kitleler halinde devrimcilerin kollarına sürekleyen sert tedbirler almaya mecbur bırakmıştır.[366] Sonuç İrlanda’nın topyekun bağımsızlığının derhal kazanılması olmamıştır. Askeri durum, devrimcilerin hedeflerine tam ulaşacakları sırada durmalarına (geçici olarak) ve “dominyon statüsünü” kabul etmelerine yol açmıştır; yani Kanada ile Britanya arasındaki ilişkiye benzer bir durum.[367] Bu, İrlanda’yı pratik olarak Britanya ile sembolik bağlara sahip bağımsız bir ülke haline getirmiştir. Fakat buna rağmen devrimciler meseleyi kapanmış olarak görmemişler ve bu yeni statüyü daha sonra ulaşılacak tam bağımsızlık yolunda bir adım olarak görmüşlerdir.[368] Yine de, milliyetçi hareketin güçlü bir fraksiyonu, Eamen de Valera’nın politik liderliğinde dominyon statüsünü kabul etmeyi reddetmiş ve kısa fakat kanlı bir iç savaş sonrası bastırılabilmişlerdir.[369] Muhalif kanadın bir bölümü varlığını sürdürmüştür; fakat çoğunluk, normal bir bileşen olarak İrlanda parlamenter sistemine entegre olmuştur.[370] De Valere uzun yıllar boyunca İrlanda’nın başbakanlığını yapmış ve en geç 1949 yılında ülkesini Britanya’dan tamamı ile bağımsız hale getirmiştir—Britanyalıların da olur vermesiyle.[371] Sonuç olarak radikal İrlanda milliyetçileri on yıllar boyunca çabalarının merkezinde yer alan açık, basit ve somut tek hedefe ulaşmışlardır.[372] Üstelik bu hedef, muhtemelen, milliyetçilerin çabaları olmadan ulaşılamayacak bir hedefti. Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi İrlanda’nın bağımsız olmasını gerektirecek tarihsel bir sebep (eğer bu sebebi, milliyetçilerin varlığının kendisi oluşturmuyor idiyse) görünüşte bulunmamaktaydı.[373] Hiç şüphe yok ki bağımsızlık, aşırı milliyetçilerin 1922 yılında dominyon statüsünün elde edilmesiyle hemen hemen ulaştıkları en önemli hedefleriydi. Peki milliyetçilerin diğer hedefleri için ne söylenebilir? Diğer hedeflerin her biri için söylenebilecek şey muhtemelen, ya bu hedeflere milliyetçilerin herhangi bir çabası olmadan dahi genel tarihsel eğilimlerin bir sonucu olarak ulaşılacak olması; ya da bu hedeflere ulaşılmasının yalnızca sembolik bir anlamının olduğu; ya da bu hedeflere orijinal devrimcilerin tatmin olmadığı bir tarzda, hedefin tam olarak gerçekleşmediği bir şekilde ulaşıldığıdır. 19. yüzyıl İrlanda devrimcilerinin hedeflerinden bir tanesi köylülerin sefaletlerinin azaltılması idi. Devrimcilerin, bu hedefin gerçekleştirilmesini hızlandırdığı söylenebilir; çünkü Britanya’nın devrimci şiddet korkusu Parnell gibi reformcuların görevini kolaylaştırmıştır.[374] Fakat daha önce de vurguladığımız gibi, köylülerin sonunda sefaletten kurtulacak olmaları Batı Avrupa’da zaten mevcut olan uzun vadeli tarihsel bir eğilimin garantisi altındaydı. Aşırı milliyetçilerin diğer bir hedefi bir “cumhuriyet” kurmaktı. Bu, daha önce Amerikan Devrimi bağlamında da belirttiğimiz gibi, çok değişik devlet biçimleri “cumhuriyet” olarak adlandırılabileceğinden belirsiz bir hedefti. Britanya, İspanya ya da Hollanda gibi anayasal monarşiler teknik olarak cumhuriyet değildirler; fakat bu ülkelerin yönetim şekilleri, pratik açıdan, cumhuriyet olduklarına şüphe olmayan Fransa ya da Birleşik Devletler’den çok az farklıdır. 1949 yılında İrlanda’da cumhuriyetin ilan edilmesi gerçekte çok az şeyi değiştirmiştir.[375] “Cumhuriyet,” bir isimden ya da sembolden fazlası değildi.[376] Eğer “cumhuriyetten” anlaşılacak şey “temsili demokrasi” ise, İrlanda’nın, resmi açıdan cumhuriyet olarak ilan edilmesinden çok daha önce özü itibarıyla bir cumhuriyet olduğu söylenebilir. Üstelik bağımsızlık hedefine bir kez ulaşıldığında, tıpkı Batı Avrupa’daki diğer ülkelerin tamamının temsili demokrasiler haline gelmesi gibi, İrlanda da mevcut tarihsel eğilimlerin etkisi ile birlikte temsili demokrasi haline gelecekti. Üstelik İrlanda’nın orijinal devrimcilerinin hayallerindeki cumhuriyeti kurabildikleri şüphelidir, çünkü bu devrimcilerden en azından bazılarının kafasında daha sosyalistik bir cumhuriyet vardı.[377] Bunların haricinde devrimciler İrlanda’nın “İngilizleşmesini” önlemek ve İrlanda dili ve kültürünü korumak istiyorlardı.[378] Devrimcilerin bu konuda tamamen başarısız oldukları söylenemez, fakat elde ettikleri başarı pek de parlak değildir. Günümüzde İrlandaca, İrlanda nüfusunun çok küçük bir bölümünün ana dilidir. Okullarda okutulmasına ve “[2003] itibari ile, 20. yüzyılın çoğunluğunda olduğundan daha yaygın bir şekilde okunup, konuşulup, anlaşılmasına rağmen”[379], modern İrlanda halkının çoğunluğunun İrlanda dilinde akıcı bir şekilde konuşuyor olmaları pek olası değildir. Çünkü bir dili sadece okulda öğrenen kişiler arasında ancak çok küçük bir azınlık onu akıcı olarak kullanabilir hale gelir. İrlanda temelde İngilizce konuşan bir ülkedir. Bundan, diğer İngilizce konuşan ülkelerin İrlanda üzerindeki kültürel etkisinin bir hayli fazla olduğu sonucu çıkar. İrlanda’nın “İngilizleştiğini” söylemenin doğru ya da yanlış olmasından bağımsız olarak, İrlanda’nın (henüz tam olarak tamamı ile modernleşmemiş birkaç istisna bölgenin varlığını sürdürmesi olasılığı haricinde) Batı Avrupa’da gerçekleşen homojenizasyon sürecinin aynısından geçtiğine şüphe yoktur. Büyük ihtimalle modern İrlanda, kültürel anlamda, diğer Batı Avrupa ülkelerinden, bu ülkelerin birbirleri arasındaki farklardan daha uzakta değildir. Geleneksel zanaatlar, sanat, müzik ve benzerlerinin günümüzde milliyetçilerin yokluğunda olacağından daha yoğun bir biçimde varlığını sürdürmesi mümkündür; fakat İrlanda’nın günümüzdeki temel kültürünün modern endüstriyel toplumun evrensel kültürü olduğu kesindir. Geleneksel sanat ve zanaatler, turistleri eğlendirmek için kullanılan ve İrlandalIların kendisine modern dünyadan bir kaçış sunan ilginçliklerden ibarettir. Linguistik ve kültürel değerlerin bu seviyedeki bir muhafazası 19. yüzyıl ve erken 20. yüzyıl devrimcileri için yeterli olacak mıydı? Muhtemelen hayır. “Bugün çok az sayıda İrlanda’lı, İrlanda milliyetçilerinin başardıklarını, İrlandalıların çok uzun bir zaman boyunca o ya da bu şekilde peşinden koştukları yarı-mistik idealin gerçek bir tamamlanışı olarak görecektir.”[380] İrlanda devrimcilerinin diğer alanlarda hiç bir başarı elde etmedikleri iddia edilemez; fakat elde ettikleri tartışılmaz ve tam başarı, birkaç on yıl boyunca temel amaçlarını oluşturan tek, açık, basit ve somut hedef olmuştur: İrlanda’nın Britanya’dan politik bağımsızlığı. Feminizm ve İrlanda milliyetçiliği örnekleri (diğerleri ile birlikte), Kural (i)’in, hiçbir toplumsal hareketin yalnızca tek, açık, basit, somut bir hedefe yoğunlaşmadan hiçbir başarı elde edemeyeceği şeklinde anlaşılmaması gerektiğini göstermektedir. Fakat bunlar ve incelediğimiz diğer örnekler, bir şeyler başarmak isteyen her hareketin Kural (i)’i dikkatli bir şekilde incelemesi gerektiği ve bu kuraldan yalnızca kesin, güçlü ve ikna edici sebeplerin varlığında ayrılması gerektiği önerisini desteklemektedir. Kural (zz)’ye göre, toplumu dönüştürmek isteyen bir hareketin seçeceği hedefin doğası öyle olmalıdır ki, hedefe ulaşılması ile gerçekleşecek toplumsal değişimler geri döndürülemez mahiyette olsun-bunun anlamı, gerçekleştirilen değişimlerin, hareketin ya da başka birisinin daha sonra yapacaklarına bağlı olmaksızın varlıklarını muhafaza etmesidir. Böyle bir hedefin gerekliliğinin sebebi, hareketin bir kez iktidarı ele geçirdiğinde “yozlaşacak” olması ve bu yüzden öncelikli ideallerine ve hedeflerine sadık kalmayacak olmasıdır. Örneğin, feministlerin kadınlar için oy hakkını elde etmeleri geri döndürülemez mahiyettedir; çünkü (başka sebepler ile birlikte) kadınların bir kez oy hakkını elde etmesi ile birlikte bu hakkın onlardan demokratik süreçler yolu ile geri alınması, kadınların çoğunun rızası olmadan gerçekleştirilemez—üstelik kadınların bunu kabul etmesi, etkili ve yozlaşmamış bir feminist hareketin yokluğunda dahi pek mümkün değildir. Tabii ki, feministlerin başarısı mutlak anlamda geri döndürülemez değildir. Kadınlar oy haklarını demokratik hükumet biçiminin tamamen ortadan kalkması gibi köklü toplumsal değişimler ile kaybedebilirler. Calvin tarafından Cenova’da kurulan teokratik Cumhuriyet[381], bir hareketin ulaştığı hedeflerin ve bununla bağlantılı toplumsal değişimlerin, hareketin yozlaşması sebebi ile sonradan tersine döndüğü bir durumun örneğini oluşturmaktadır. Fakat daha sık olarak gerçekleşen durum, bir hareketin hedeflerine ulaşmadan önce yozlaşması ve bu sebeple hedefin en başta, hiçbir şekilde tam olarak gerçekleşmemesi dir. Örneğin Rusya’da Bolşevik/Komünist hareket, sosyalist bir toplumun inşasının ilk aşamalarında yozlaşmıştır ve Bolşeviklerin tahayyül ettiği toplum biçimine hiçbir zaman ulaşılamamıştır.[382] Fransız Devrimi, devrimci fraksiyonların tahayyül ettiği toplumsal biçimlerden hiç birisinin yanına dahi yaklaşamadan yozlaşmıştır. Bu kitabın yazarı, devrimci bir hareketin çabalarını (Kural (i)’de belirtildiği gibi) tek, açık, basit, somut bir hedef üzerinde yoğunlaştırdığı ve bu hedefe ulaşılması ile elde edilen başarının hareketin yozlaşması ile geri alındığı tartışmasız derecede açık bir örnek ile karşılaşmamıştır. Açık, basit, somut bir hedefe bir kez ulaşıldığında, bu hedefin getirdiklerinin geri alınması, belirsiz ya da karmaşık bir hedefe göre şüphesiz ki çok daha zordur. Çünkü, böyle bir hedefe ulaşılmasının sonuçlarının geri alınması çok bariz olacaktır ve bu sebeple, böyle bir şeyin gözlerden kaçırılması çok zordur. Bu durum, bir hareketin Kural (i)’e uyma gerekliliğinin başka bir sebebidir. Demokratik bir hükumetin kurulması pek açık ve net bir hedef değildir, çünkü günümüzde “demokratik” olarak adlandırılan hükumet biçimleri arasında önemli farklar bulunmaktadır. Fakat demokratik hükumet, en azından “özgürlük”, “eşitlik”, “adalet”, “sosyalizm” ya da “çevreyi korumak” gibi belirsiz hedeflere kıyasla çok daha açık bir hedeftir. Dünya üzerindeki çeşitli ülkelerin tarihinden demokrasinin ne ölçüde geri döndürülebilir bir başarı olduğunu biliyoruz. Demokratik bir hükumetin askeri bir darbe ile ortadan kaldırılması Latin Amerika ve Afrika’da o kadar yaygın bir olaydı ki, demokrasiye yönelik böyle bir müdahale Batı Avrupa’da ya da Birleşik Devletler’de ancak kaşların şöyle bir kalkmasına sebep oluyordu. Askeri darbe, genellikle, demokrasinin yozlaşması ile ortaya çıkan bir şey değildir; fakat zaten demokrasiyi en başta istemeyenlerin bir zaferidir. Ancak demokrasinin yozlaşma (kelimenin bizim bahsettiğimiz anlamı ile) yolu ile ölmesi muhtemelen askeri darbelerden daha yaygındır ve bu gerçekleştiğinde, bir ülkenin yönetimini pratik olarak bir kişi ya da oligarşi eline almış olsa dahi, demokrasinin görünüşteki biçimleri korunur. Bu durumu Sovyetler Birliği’nin dağılmasından beri Rusya’da görmekteyiz: Vladimir Putin, en başlarda, Rus demokrasisinin büyük şampiyonu Boris Yeltsin’in bir gözdesiydi ve Rusya günümüzde parlamenter demokrasinin bilindik kurumlarını muhafaza etmeye devam etmektedir. Fakat Putin’in hemen hemen bir diktatör olduğu söylenmektedir.[383] Latin Amerika’daki demokrasinin yozlaşmışlığı herkesin malumudur. Arjantin’li bir grup bilim adamı aşağıdaki örneği vermektedirler: Yönetimin ağırlık merkezi Devlet’ten, kendi aralarında ayrıcalıklı bir zenginleşme sistemi oluşturan kısıtlı bir ekonomik ve toplumsal kliğe (dahili gruplar), yavaşça ve sessizce kaymıştır. İthalat ya da döviz ticareti için lisans almak, arazi üzerinde spekülasyon da dahil olmak üzere diğer ekonomik faaliyetlerin hepsinden daha fazla kişiyi daha kısa sürede zengin etmiştir. Bu, fınans sektöründe hakim olan ailelerin politik kanallara girme yoludur ... . Devlet ile müzakerelere girmek amacı ile ittifak kuran “aile gruplarının” ayrıcalıklı bir sistem oluşturmak için partiler ve hükumet nezdinde politik faaliyette bulunan istikrarlı ve bölünmez organizmalara dönüştüğü bir metamorfoz yaşanmıştır.[384] Demokratik bir hükumetin yapısı kolaylıkla bozulabilir, çünkü demokratik hükumet karmaşık bir mekanizmadır ve “demokrasi” kavramının kendisi açık olmaktan uzaktır. Bu yüzden, fark edilmeyen ve küçük değişikliklerin zaman içinde birikmesi ile sonunda insanların bir sabah ülkelerinin artık bir demokrasi olmadığı gerçeğine uyandıkları bir süreç yaşanabilir. Demokrasiyi, feministlerin ve İrlanda milliyetçilerinin açık ve basit başarıları ile karşılaştırınız—sırasıyla, oy hakkı ve İrlanda’nın politik bağımsızlığı. Bu başarılar açık ve basittir; bu sebeple, kimsenin fark edemeyeceği bir şekilde içlerinin boşaltılıp geçersiz kılınmaları kolay değildir. Yine de şunu vurgulamamız gerekir ki, İrlanda’nın resmi politik bağımsızlığının çiğnenmesi çok açık olacakken, İrlanda’nın Britanya’ya ekonomik olarak ya da başka açılardan bağımlı hale gelmesi olasıdır. Demokratik bir hükumet biçiminin kurulması genelikle geri döndürülebilir bir toplumsal değişim olsa da demokrasinin kendisinin geri döndürülebilir olduğu söylenemez. Demokrasinin, belirli bir durumda geri alınabilir ya da geri alınamaz olması, demokratik hükumetin kurulduğu ülkenin kültür ve tarihine ve bu ülkenin içinde bulunduğu uluslararası duruma bağlıdır. Amerikan devrimcilerinin kurduğu ve demokratik olarak adlandırılabilecek sistem, devrimci idealizmin sönmesine rağmen varlığını sürdürebilmiştir. Bunun bir sebebi, Amerikan kolonicilerinin yarı-demokratik bir hükumet biçimine zaten uzun süredir alışkın olmalarıdır. Günümüzde Latin Amerika’daki demokratik hükumetlerin başarı şansının birkaç on yıl önceye göre daha fazla olduğu gözükmektedir, çünkü muhtemelen modernleşme ile bağlantılı kültürel ve ekonomik değişiklikler bu ülkelerde toplumsal disiplinin seviyesini yükseltmiştir. Dikkat edilmesi gereken diğer bir faktör, uluslararası iklimin açık diktatörlüklere (bir kişinin ya da bir partinin diktatörlüğü olsun) karşı daha toleranssız hale gelmesi ve ulusların, en azından, demokrasinin görüntüsünü korumak konusunda baskı altında olmalarıdır. Örneğin Afrika’da, uluslararası yardım organizasyonları 1994 yılındaki askeri darbeden sonra Gambiya’ya yardımı kesmiştir ve ancak demokratik süreçlere dönüldükten sonra yardıma devam etmiştir.[385] IMF tarafından Tanzanya’ya 1980’de yapılan yardımın ön koşulu politik reformlar olmuştur.[386] Kenya’da “Batının yaptığı finansal yardım politik ve ekonomik reform taleplerine bağlanmıştır.” ve böylece 1991 yılında “çok partili seçimleri getiren anayasa değişiklikleri yapılmıştır.”[387] Diğer yandan, demokrasinin bu ülkelerde gerçekten işleyen bir sistem olup olmadığı oldukça şüphelidir. En azından Kenya[388], Batı Avrupa ve Birleşik Devletler’de anlaşıldığı şekliyle bir demokrasi değildir. Yukarıdaki tartışma, belirli bir durumda gerçekleşen toplumsal bir değişimin geri çevrilebilir ya da çevrilemez olup olmadığını tahmin etmenin oldukça hassas ve zor olduğunu göstermektedir. Bu yüzden, Kural (ii)’nin pratik olarak uygulanması zor olabilir. Fakat Kural (ii) yine de önemlidir. Kuralın temelde söylediği şey şudur: Hareket, stratejisini, iktidar pozisyonlarında bulunan insanların şahsi çıkarlarını önemsemeyeceği ve ilelebet hareketin ideallerine bağlı kalacağı varsayımından hareketle kurarsa hareketin temelleri oldukça kaygan bir zemin üzerine atılmış olacaktır. Doğmakta olan bir hareketin hedefini seçerken kendisine sorması gereken soru şudur: Hedeflere ulaşılması ile oluşacak toplumsal değişimler, insanların ideallere bağlılıktan çok kendi kısa vadeli şahsi çıkarları ile ilgilendiği bir atmosferde -ki bu, bir toplumun normal durumdaki halidir- hayatta kalacak mıdır? Bu soruya kesin bir güvenle cevap vermek güç olsa da, bu soru sorulmalı ve dikkatli bir şekilde değerlendirilmelidir. Kural (iii)’e göre, bir hedef seçildikten sonra bu hedef için pratik olarak eyleme geçilmesini sağlamak adına (fikirlerin yalnızca vaaz edilmesi ve savunulmasından farklı olarak), küçük bir azınlığın organizasyon kurma işini üzerine alması gerekir. Fakat 3 noktanın vurgulanması gerekir: Birincisi, fikirlerin kendi başlarına bir toplumu dönüştüremeyecekleri doğrudur; fakat fikirlerin oluşturulması ve yaygınlaştırılması bir toplumu dönüştürmek adına girişilecek herhangi bir rasyonel çabanın bir parçası olmak zorundadırlar. Eylemleri yönlendirecek organize bir fikir kümesi yoksa hareket amaçsız bir şekilde oradan oraya savrulacaktır. Hareket az ya da çok ses getirebilir, fakat bundan daha fazla bir şey başarabilirse bu yalnızca şans eseri olacaktır. 18. yüzyıl İrlanda’sındaki Beyaz Çocuklar Hareketi, kırsal bölgelerde geceleri alanlara çıkıp toprak sahiplerinden ve toprak sahipleri ile işbirliği yapmaya hazır köylülerden intikam alan gerilla benzeri köylü çetelerinden oluşuyordu.[389] Bu çetelerin üyeleri eğitim almamış kişilerdi ve sahip oldukları sınırlı fikirler yüzünden yerel bir takım haksızlıkların çözülmesinin ötesinde bir şeyler tahayyül edemiyorlardı.[390] Yalnızca 1790’larda, Fransa’dan devrimci fikirlerin gelmesi ile birlikte İrlandalı köylüler toplumun nasıl dönüştürülebileceği ile ilgili fikirleri edinmeye başladılar.[391] 1798 yılındaki devrim girişimi sırasında bu yöndeki fikirleri açık bir hedef için henüz çok belirsizdi[392] ve açık bir hedefe sahip olmamaları yenilmelerine sebep olan faktörlerden birisiydi.[393] 1798 yılının İrlanda köylülerini 1917 Şubat’ında St. Petersburg’ta ayaklanan işçiler ile karşılaştırın: Bu işçiler daha önceden Bolşevikler tarafından Marksist ideoloji ile endoktrine edilmişlerdi, bu yüzden ayaklanmalarının belirli bir amacı vardı ve başarılı oldu.[394] İkincisi, fikirler ve pratik eylem için organizasyonun ikisi birden toplumu değiştirmek ile ilgili herhangi bir rasyonel ve başarılı çabanın gerekli bileşenleri iken, pratik eylem için organize olan insanlarla fikirleri geliştiren ve yayan teorisyenlerin aynı kişiler olması zorunlu değildir. Milliyetçi fikirler ve Britanya’dan bağımsızlık özlemleri 1917 yılında Micheal Collins’in ortaya çıkmasından önce İrlanda’da aşırı azınlık arasında epey yaygındı.[395] Collins bir teorisyene benzememektedir, fakat İrlanda’yı 1922 yılında bağımsızlığa götüren başarılı gerilla savaşını organize eden odur.[396] Yine de, pratik eylem için organize olmayan teorisyenleri bekleyen büyük bir tehlike bulunmaktadır: Görünüşte teorisyenlerin fikirleri adına organize olan eylem adamları, bu fikirleri farklı şekilde yorumlayabilirler ya da bozabilirler ve böylece sonuçlar teorisyenlerin hayal ettiğinden çok farklı şekillerde gerçekleşebilir. Martin Luther, fikirleri adına yapılan sosyal devrimin mahiyeti ile şaşkına dönmüştür.[397] Lenin, Trotsky, Stalin, Mao ve Castro gibi Marksist devrimcilerin, Marx’ın fikirlerinden uygun gördükleri her durumda saptıklarını daha önce belirtmiştik. Burada yine Kural (i)’in önemini görüyoruz; yani açık, basit, somut bir hedefe duyulan ihtiyaç. Ne Marx ne de Luther böyle bir hedef formüle etmişlerdir ve fikirleri karmaşık olduğu için kolay bir şekilde yanlış anlaşılabilecek ya da tahrif edilebilecek mahiyetteydiler. Bunun tam tersi olarak, Micheal Collins İrlanda milliyetçi hareketinin liderliğini aldığında, milliyetçiler çoktan Britanya’dan topyekun bağımsızlığı merkezi hedef olarak önlerine koymuşlardı. Bu, açık ve basit bir hedeftir ve kolay kolay yanlış anlaşılamaz veya içi boşaltılamaz. Üçüncüsü, fikirlerin savunulması ya da vaaz edilmesi, bir toplumu dönüştürmek ile ilgili çabalar bütününün çok daha kolay bir parçasıdır; pratik eylem için organize olmak ise çok daha zordur. Bu en azından günümüzde böyledir, geçmiş yıllar için bunu söylemek doğru olmayabilir. Martin Luther entelektüel bir liderdi, fakat bir eylem adamı değildi. Yapılması gerektiğini söylediği “kurumsal kilise reformlarını” dahi gerçekleştirmeyi reddetmiştir.[398] Fakat yine de vaazlarında savunduğu cesur teolojik fikirler muazzam bir coşku yaratmış ve uğrunda ordular oluşturulup savaşlar yapılmıştır.[399] Luther’in fikirleri yaygın olarak bilinir hale geldikten sonra pratik eylem için organize olma işi çabucak gerçekleşmiş gözükmektedir. O günlerde toplumun eğitilmiş kesimi görece olarak küçüktü ve muhalif fikirleri ifade etmek ciddi şahsi riskler barındırabilirdi. (Luther’in selefi Jan Hus fikirleri sebebiyle yakılarak öldürülmüştür.[400]) Sonuç olarak, yeni fikirler eskiden nadir olarak görünen şeylerdi ve güçlü tatminsizlik duyguları onları ifade edebilecek birinin yokluğunda somut fikirlere dönüşmeden kalabilirdi. Muhalif fikirlerini açıkça söyleme cesaretine sahip ve bunu belagatle yapabilen bir düşünür, saklı kalmış hoşnutsuzlukların boşalmasını tetikleyebilirdi. Böyle bir şey gerçekleştiğinde o günlerde bir ayaklanma organize etmek muhtemelen günümüze nazaran çok daha kolaydı; çünkü insanlar boyun eğmeye, uysallığa ve pasifliğe günümüzde olduğu kadar etkili bir şekilde koşullandırılmamışlardı. Aslında modern standartlar ile bakıldığında Luther zamanının insanlarının kanunsuz oldukları söylenebilir.[401] Ancak günümüzde muhalif ve hatta kabul edilemez olanlar da dahil olmak üzere bir fikir bolluğu yaşanmaktadır. Sanatçılar ve yazarlar, geleneksel değerlere saldırmak konusunda birbirleri ile yarış içerisindedirler. Sonuç olarak yeni fikirler, ne kadar kabul edilemez olurlarsa olsunlar, pek çok insanın umurunda bile değildir; bazılarında yalnızca rahatsızlığa sebep olurlar ve toplumun geri kalanı için ise bir eğlenceden ibarettirler. Çağdaşları için Hus ve Luther gibi adamların fikirleri yeni bir çağın olası başlangıcını temsil ediyorlardı. Fakat günümüzde hiçbir fikir bunu başaramamaktadır; çünkü yeni fikirler o kadar yaygındır ki, kimse onları ciddiye almamaktadır. Teknoloji ile ilgili fikirler hariç olmak üzere tabii ki. Günümüzde pratik eylem için organize olmak, yalnızca yeni fikirlerin insanlarda güçlü bir tepki uyandırmamaları sebebiyle değil, aynı zamanda insanların uysallığı, pasifliği ve “öğrenilmiş çaresizliği”[402] sebebiyle de daha zordur. Profesyonel politika alanında çalışanlar, insanların memnuniyetsizliğini partileri, adayları ya da hareketlerine olan desteği artırmak için kullanırlar. Fakat bu durum amatörlerin organize olmasını daha zor hale getirir, çünkü insanların dikkatini ve bağlılığını çekme konusunda yetenekli profesyonellerle yarışacak donanımdan yoksundurlar. Bu sebeple, geçmişte durum ne olursa olsun, toplumu dönüştürmek isteyen herhangi birisi için modern dünyada kritik mesele fikirleri yaymak değil, pratik eylem için organize olmaktır. Kural (iv), bir hareketin hedefine sadık kalabilmesi için, kendisine katılmaya çalışan uygunsuz insanları dışarıda bırakacak araçları geliştirmesi gerektiğini söylemektedir. Bu kuralı tarihsel örnekler ışığında incelemek zordur, çünkü geçmiş hareketlerin tarihinde bu konu ile ilgili çok az bilgi var gibidir.[403] Geçmişteki hareketlerin uygunsuz kişileri dışarıda bırakmak için sırf bu amaca yönelik metotlar geliştirdiğini gösteren kanıtlar bu yazarın bilebildiği kadarıyla oldukça çok azdır. Fakat birçok hareketin, uygunsuz kişileri dışarıda tutan gayrı-resmi ya da bilinç dışı bir şekilde işleyen araçlara sahip olmaları muhtemeldir. Mesela bu tarz kişilere toplantılar sırasında soğuk davranılıyor olabilir. Fakat hareketin “saf’ tutulması için bu tarz sistematik olmayan metotların etkili olabilmesi oldukça şüphelidir. Bolşeviklerin Ekim 1917’de iktidarı ele geçirmeden önce yeni üye kabulünde bir hayli seçici olmaları muhtemeldir; çünkü Lenin, “partinin bileşenleri konusunda her zaman çok hassastı.”[404] Bu seçiciliğin Bolşeviklerin devrimci bir parti olarak başarılı olmalarında önemli bir rol oynaması oldukça olasıdır. (Önerme 4’ü tartışırken gördüğümüz gibi, Bolşevik/Komünistler iktidara geldikten sonra onlara katılmak isteyen fırsatçı sürülerini engellemek mümkün olmamıştır.) Çin’de Komünist zaferin öncesindeki yıllarda Mao, partinin içine “sızan” “kariyeristleri”, “sabotajcıları”, “dejenereleri”, “istenmeyenleri” ve “hainleri” dışarıda tutmanın önemini defaatle vurgulamıştır.[405] Fakat Seçilmiş Eserler kitabının hiçbir yerinde Mao, “sabotajcılar”, “dejenereler” ve benzerlerinden neyi kastettiğinden ve bu kişilerin nasıl ayırt edilip dışarıda tutulacaklarından bahsetmemektedir. 1841 yılında Massachusetts Brook çiftliğinde ütopik bir topluluk kurma girişimi olmuştur. Topluluğun Transcendental Club’ün seçkin entelektüelleri ile bağı olmasına rağmen, bu girişim bir kaç sene içerisinde başarısızlığa uğramıştır.[406] Bunun sebeplerinden bir tanesi, muhtemelen, topluluğa çok sayıda “kibirli, aksi, bencil, inatçı, hırçın, takdir görmemiş, bitkin, aylak, işe yaramaz; yani gerçek dünyada kendilerine bir yer bulamamış ve bu dünyada kimsenin önemsemediği ve bu yüzden aslında olması gereken ideal bir dünyaya uygun oldukları sonucuna varmış” çok sayıda kişinin katılmasıdır.[407] Brook Çiftliği denemesinin, “üye alım standartları” gibi bir uygulamaya sahip olması durumunda başarı şansının daha yüksek olabileceği iddia edilmiştir.[408] 19. yüzyıl feminist hareketinin, spiritüalist bir şarlatan olan ve sosyalizmin deli saçması bir versiyonunu savunan Victoria Woodhull’a[409] destek olması hareketin katılımcılar konusunda çok da seçici olmadığını göstermektedir. Eğer bu doğruysa, hareket tek bir hedefe, kadınlar için oy hakkı hedefine odaklandığı için bunu telafi etmiş olabilir. Önerme 3 ile ilgili tartışmada söylendiği gibi, hareketin hedefi açık, basit ve somut ise bu hedefin harekete katılan uygunsuz kişiler tarafından bulanıklaştırılması ya da yozlaştırılması o kadar kolay olmayacaktır. Kural (iv) ile bağlantılı olan bir diğer konu, uygunsuz kişilerin dışarıda tutulacağı “hareketin” sınırlarının nereden çizileceği problemidir. Eğer bir hareket bir iç ve bir dış çemberden oluşuyorsa ve iç çember dış çember üzerinde katı bir kontrole sahipse, bu durumda uygunsuz kişilerin iç çemberden dışlanması dış çembere herkesin kabul edilmesi durumunda dahi hareketin saf tutulması için yeterli olabilir. İrlanda’lı vatansever Daniel O’Connell’ın, Katolik Kurtuluşu hareketini 1823-29 yılları arasındaki altı yıllık mevcudiyeti boyunca sıkı bir şekilde kendi şahsi kontrolü altında tutmuş[410] olması yüksek bir ihtimaldir. Fakat O’Connell’ın şahsi kontrolünün derecesi ne olursa olsun, muhteşem bir şekilde organize edilmiş ve yüksek bir disipline[411] sahip bu hareketin, üye alımındaki resmi ya da gayrı-resmi seçicilik ile “saf’ hali korunmuş olan kısıtlı bir iç daire tarafından yönetilmiş olması gerekir. Dış daireye katılmak için özel bir yetenek gerekmiyordu -düşük miktarda bir aidat ödeyen herkes buraya katılabiliyordu[412]- fakat kontrolü elinde tutan iç dairenin hareketi hedefine sadık tuttuğu anlaşılmaktadır. 1908-1922 yılları hakkında yazan bir tarihçi, İrlanda radikal milliyetçi hareketi ile ilgili şunları söylemektedir: Sinn Fein, İrlanda’daki radikal, tatminsiz ve hayal kırıklığına uğramış tüm bireysel milliyetçilerin buluşma noktasıydı. Melez desteğinin doğasını oluşturan şairler, eksantrikler, İrlanda Cumhuriyetçi Kardeşliği’nin üyeleri, politik düşünceli Gaelic Ligi mensupları ve hayal kırıklığına uğramış parlamenterlerin kesişimi, hareketin ana karakterini oluşturuyordu. İrlanda tarihinin doğurduğu, romantik veya takıntılı bir İrlanda hayaline sahip, fakat hayal kırıklığına uğramış bulunan birçok yalnız kurt Sinn Fein’e yöneldi. Asileri kendisine çeken her harekette olduğu gibi, aralarında belirsiz bir takım şahsi psikolojik motivasyonlar ile hareket eden kişiler de bulunmaktaydı.[413] Görünüşe göre “Britanya’nın İrlanda üzerindeki hakimiyetine muhalif olan”[414] her İrlandalı Sinn Fein’a katılabiliyordu ve Sinn Fein, diğer diğer birçok radikal harekette olduğu gibi, pek çok sıra dışı tipi de kendisine çekmiştir. Fakat hareketin etkisiz olmasına yol açabilecek bu özelliğini telafi etmesini sağlayan bazı faktörlerin varlığını tespit etmek mümkündür. İlk olarak, hareket tek, açık, basit ve somut bir hedef olan İrlanda’nın topyekun politik bağımsızlığı[415] hedefine odaklanmıştır ve daha önce vurguladığımız gibi, bu tarz bir hedefin yolundan saptırılması belirsiz bir hedefe kıyasla daha zordur. Üstelik Michaeal Collins, 1917 yılından itibaren, onunla beraber hareket eden sınırlı bir iç daire ile birlikte hareketin kontrolünü artan bir şekilde ele almıştır.[416] Ve bu iç dairenin “saflığını” (yani iç daire mensuplarının hareketin hedefine sadık kalması) korumak, görece olarak küçük olduğu için, resmi üyelik standartları olmamasına rağmen kolay olmuştur. Collins ve onun iç çemberinin gerilla savaşçılarının her hareketini ayrıntılı olarak kontrol edemediği doğrudur.[417] Fakat bir gerilla savaşının içerisinde bulunmak, kendi başına, hareketin hedefine olan bağlılığını kuvvetlendiren güçlü bir faktördür. Bir hareketin amansız bir mücadelenin içerisinde olması, hareketi bir bütün olarak liderlerinin ve ana hedeflerinin arkasında kenetleyen güçlü bir eğilim yaratır.[418] Özetle, bu kitabın yazarı, geçmişteki radikal hareketlerin uygunsuz insanları kendilerinden uzak tutmakta kullandıkları resmi ya da gayrı-resmi, bilinçli ya da bilinçsiz yöntemler ile ilgili çok az kanıt bulabilmiştir. Fakat şurası açıktır ki, bir harekete katılan insanların niteliğinin hareketin karakteri üzerinde zorunlu olarak muazzam bir etkisi vardır ve hareketin hedeflerini belirsizleştirebilir ya da değişikliğe uğratabilir. Eğer incelediğimiz hareketlerden bazıları, uygunsuz insanları hareketin dışında tutmak ile ilgili bilinçli bir çaba olmaksızın hedeflerine sadık kalabilmişlerse bu, şanslı oldukları anlamına gelir. Şansa bel bağlamak istemeyen yeni bir hareket, hareketi oluşturan insanların niteliği problemine azami dikkat göstermek zorundadır. Kural (v)e göre, hedefini gerçekleştirecek gücü elde eden devrimci bir hareket, hareket yozlaşmadan önce (Önerme 4’te yozlaşacağı söylendiği gibi) bu hedefine ulaşmalıdır. Önerme 4 ile ilgili tartışmada vurgulandığı gibi, bu kitabın yazarı, çok güçlü hale gelen radikal bir hareketin çok geçmeden yozlaşacağını, yani orijinal hedef ve amaçlarına olan sadakatinin ortadan kalkacağını söyleyen yasaya istisna teşkil eden bir durum ile karşılaşmamıştır. Kural (v)’in önemi bu yasa ışığında açıktır. Yine de Kural (v)’in incelediğimiz örnekler ile bağlantısını görmek öğretici olacaktır. Devrimcilerin hayal ettiği sosyalizm Rusya’da kısa sürede inşa edilememiştir. Sonuç olarak, Kural (ii) ile ilgili tartışmada da belirttiğimiz gibi, Bolşevik/Komünist hareketin yozlaşmasının tamamlandığı sırada sosyalist bir toplumu inşa etmeye yönelik çaba henüz ilk aşamalarındaydı ve bu yüzden, orijinal Bolşevikler tarafından tahayyül edilen sosyalizm hiçbir zaman gerçekleştirilememiştir. Herhangi bir ülkedeki demokratikleşme hareketlerinin, iktidara geldikten kısa süre sonra temsili demokrasiler inşa ettikleri görülmektedir. (Bu demokrasilerin daha sonra hayatta kalıp kalmamaları, gördüğümüz gibi, başka bir problemdir.) Fakat 1790 yılının Fransız devrimcileri, sağlıklı bir şekilde işleyen demokratik bir hükumeti kısa sürede tesis edememişlerdir. Fransız Devrimi’nin tam olarak ne zaman yozlaştığı tartışmaya açık olabilir, fakat Napolyon’un Birinci Konsül olduğu zamanlarda yozlaşmanın gerçekleşmiş olduğu kesin olarak söylenebilir. Bu gerçekleştiğinde, temsili demokrasinin inşası için artık çok geç kalınmıştı. Meksika’daki 1910-1920 devriminden sonra devrimciler, köylülere birdenbire sosyal adaleti getirmemiş, fakat “daha muhafazakar bir evrimci değişmeyi ... ve hükumette daha fazla istikrarı”[419] amaçlamışlardır. Köylüler adına sosyal adaletin ilerlemesi süreci, orijinal devrimcilerden biri olan Lazaro Cardenas’ın başkanlığının 1940 yılında bitmesi ile esas olarak sona ermiştir.[420] Yani devrimci idealin gerçekleşmesinin gecikmesi, bu idealin tamamı ile gerçekleşmesini engellemiştir. Bu yöndeki kısmi başarı dahi, Başkan Salinas de Gorteri (1988-1994)[421] zamanında geri alınmıştır. İngiltere ve Birleşik Devletler’de feminist hareket, temel amacına -kadınlar için oy hakkı-, bunu gerçekleştirmek için yeterince güce eriştikten kısa süre sonra ulaşmıştır. Bu bölümde daha önce anlatıldığı gibi, o tarihten sonra feminist hareket muhtelif fraksiyonlara bölünmesine rağmen kadınların topyekun eşitliğe ulaşması yönünde sürekli bir gelişme sağlayabilecek gücü koruyabilmiştir. Fakat bu kitabın yazarının bilebildiği kadarıyla hareket, üyelerinin ya da liderlerinin şahsi hırslarının cinsiyetler arasındaki eşitlik amacının önüne geçtiği bir duruma gelecek kadar yozlaşmamıştır. Ancak Kural (v) devrimci hareketler ile ilgilidir ve feminizm günümüzde devrimci bir hareket değildir. 19. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıktığında feminizm belki devrimci bir hareket olarak adlandırılabilirdi, çünkü feministlerin taleplerinin derhal uygulanması toplumda radikal bir değişikliğin yapılmasını gerektirirdi. Fakat daha önce de belirtildiği gibi, feminizm “eşitliğe” yönelik genel tarihsel eğilimi arkasına almıştır. Feministlerin 1920’lerde oy hakkını elde etmesi ile beraber bu hareket devrimci karakterini kaybetmiştir. Kadınların oy hakkı kazanmasının toplumsal bir deprem yarattığı iddia edilemez. Feministlerin, topyekun cinsiyet eşitliğine yönelik hedeflerinin de günümüzde devrimci denebilecek toplumsal değişimleri ihtiva ettiği söylenemez. Feminist hareketin hedefleri devrimci nitelikte olmadığından hareketin çıkarcı insanları kendine çekmesi için gücünün muazzam ölçüde artırmasına gerek yoktur. Günümüzde feminist bir organizasyona üye olan bir kadın para, güç ya da sosyal statü anlamında çok büyük avantajlar kazanmamaktadır.[422] Bu avantajların peşinde koşan bir kadın, iş dünyasında, hükumette, politikada ya da diğer kalifiye mesleklerde kariyer yapmaya çalışacaktır; feminist bir organizasyonda değil. Bu sebeple Önerme 4 ve Kural (v) feminizm için geçerli değildir. İrlanda milliyetçi hareketi örneğinde durum daha karmaşıktır. 1922 yılında dominyon statüsüne ulaşıldıktan sonra milliyetçiler hedeflerinin ana bölümüne ulaşmış bulunuyorlardı ve bu duruma gücü ele geçirdikleri anda ulaşmışlardı. Hareketin bu başarıdan sonra ideallerine sadık olmak anlamında yozlaşıp yozlaşmadığı açık değildir, çünkü pratik olarak zaten hedefe ulaşılmıştı. Fakat hareket iktidara geldikten sonra yeni İrlanda Parlamentosu’nun üyelerinin Britanya tacına etmek zorunda oldukları bağlılık yemini konusunda ikiye bölünmüştür.[423] Eamen de Valera liderliğindeki daha radikal kanat, yemin etmeyi kabul eden diğer kanadın üyelerini temelde sembolik olan bu konuda Britanya’ya boyun eğdikleri için satılmış (bizim anladığımız anlamda “yozlaşmış”) olarak değerlendirmiştir.[424] Sonunda De Valera’nın hizbi iktidara gelmiştir ve Britanya’dan topyekun bağımsızlık hedefine bağlı kalmaya devam etmiştir. 1949 yılında bu tartışmalı yemin yürürlükten kaldırılmış, İrlanda’da resmi olarak bir cumhuriyet ilan edilmiş ve Britanya’ya olan politik bağlılığın son kalıntıları ortadan kaldırılmıştır. Fakat bunların hepsi, orijinal devrimcilerden biri[425] olan Da Valera’nın liderliğinde gerçekleşmiştir.[426] Önerme 4, başarılı bir devrimci hareketin orijinal liderlerinin tümünün politik anlamda eylemsiz hale gelmeden önce yozlaşacağını söylememektedir. Üstelik, başka bir açıdan, İrlanda milliyetçi hareketinin Da Valera fraksiyonunun dahi yozlaştığı iddia edilebilir; çünkü İrlanda’nın bir bölümü bugün hala Birleşik Krallık’ın bir parçası (“Kuzey İrlanda”) olarak Britanya’ya bağlıdır.[427] Orijinal İrlanda devrimcileri, ülkelerinin bu tarz bir parçalanmasını kabul edilemez addetmişlerdir; hedefleri tüm İrlanda için bağımsızlıktı.[428] İrlanda Cumhuriyeti, 1998 yılına kadar Kuzey İrlanda üzerinde nominal bir egemenlik iddia etmeye devam etmiştir. Fakat ana akım İrlandalı politikacıların bu iddiayı gerçekleştirmeye yönelik bir çabaları olmamıştır.[429] Bu politikacıların, diğer tüm politikacılar gibi, öncelikle kendi kariyerleri ile ilgilendiklerine şüphe yoktur. (Bizim anladığımız anlamda “yozlaşmışlardır.”) Sonuç olarak, iktidarı ele geçirdikten kısa bir süre sonra Kuzey İrlanda’yı Britanya’dan ayırmayı başaramadıklarından, İrlanda milliyetçileri bu bölgeyi sonsuza kadar -ya da en azından görünür gelecek için- kaybetmişlerdir.[430] Orijinal İrlanda milliyetçi hareketinin tüm İrlanda’nın bağımsızlığı hedefine bağlı olmaya devam eden ve bu anlamda yozlaşmamış oldukları söylenebilecek uzantıları bulunabilir.[431] (Sinn Fein ve IRA, The Provisional IRA, Gerçek IRA ... ya da en son fraksiyonun, fraksiyonunun, fraksiyonu nasıl adlandırılıyorsa.) Fakat bu uzantılar büyük bir güce sahip değildir, bu sebeple Önerme 4 onlar için geçerli değildir. Reform tek bir hareketin işi değildir; Luther, Zwingli ve Calvin’ninki gibi[432] farklı teolojik akımların birbirleri ile yarıştıkları ve muhtelif prensliklerin muhtemelen dini inançlardan çok kendi pratik çıkarları için katıldıkları karmaşık bir olaydır.[433] Dolayısı ile Reform’un Önerme 4 ve Kural (v) açısından incelenmesi zor olacaktır ve periyodun detaylı bir bilgisini gerektirecektir. * * * Burada incelenen örneklerde de gördüğümüz gibi, öne sürdüğümüz beş kural, topyekun bir başarısızlığa uğramak istemeyen her radikal hareketin bilinçli bir şekilde uymak zorunda olduğu katı yasalar olarak algılanmamalıdır. Birçok durumda kuralların yorumlanması zor ve karmaşık olabilir, ya da kimi durumlarda bazı kuralların uygulanması imkansız veya gereksiz olabilir. Ancak kurallar yine de önemlidir; çünkü en azından, her radikal hareketin dikkatle çalışmak zorunda olduğu problemleri ortaya sermektedir. Kurallar tarafından ortaya konan problemlere bilinçli bir şekilde yaklaşmayan bir hareket, yalnızca şans eseri başarılı olabilir; fakat başarı ihtimali, kuralları dikkatle inceleyen bir harekete göre çok daha az olacaktır. Takip eden kısımda, çevre felaketi de dahil olmak üzere modern teknoloji tarafından yaratılan problemleri çözmeye yönelik günümüzdeki çabaların beş kuralın ihmal edilmesi sebebi ile nasıl başarısızlığa mahkum olduğunu inceleyeceğiz. *** IV. Uygulama Chellis Glendinnigs’in, David Skrbina tarafından derlenen bir antolojide bulunan “Neo-Ludit Bir Manifesto’ya Doğru Notlar”ı ile başlayalım.[434] Glendinnig’in neo-ludit hedefleri ile ilgili ifadeleri uzun ve karmaşıktır ve çoğu hedef umutsuz bir tarzda belirsizdir. Bir örnek: Politika, ahlak, ekoloji ve tekniğin, Dünya üzerindeki hayata fayda sağlamak üzere birleştirildiği teknolojilerin yaratılmasını savunuyoruz: Topluluk-bazlı enerji kaynakları, güneş, rüzgar ve su teknolojilerini kullanırlar— yenilenebilir kaynaklardan oluşurlar ve hem topluluk ilişkilerini geliştirirler hem de doğaya yönelik saygıyı artırırlar; Organik, biyolojik teknolojiler ... doğrudan doğal model ve sistemlerden devşirilerek oluşturulurlar; Çatışma çözücü teknolojiler—Dayanışmayı, anlayışlılığı ve ilişkilerin devamlılığını savunurlar; ve Adem-i merkeziyetçi sosyal teknolojiler—Katılımı, sorumluluğu ve yetkilendirmeyi cesaretlendiren ...Batıdaki teknolojik toplumlarda yaşamı yücelten bir dünya görüşünün geliştirilmesini istiyoruz. Yaratıcı ifade, ruhsal tecrübe ve bir topluluğa ait olmak gibi insani ihtiyaçları, rasyonel düşünce ve işlerlik ile bütünleştirerek yaşam, ölüm ve insan potansiyeli ile ile ilgili bir algıyı teknolojik toplumlarda yerleştirmek istiyoruz. İnsanın rolünü, diğer türler ve gezegenin biyolojisi üzerindeki bir egemenlik olarak değil, yaşamın kutsallığının anlaşılması yoluyla doğal dünyaya entegre olunması olarak görüyoruz. Tek, açık, basit ve somut bir hedefe sahip olmanın gerekliliğini vurgulayan Kural (i)’in bundan daha açık bir şekilde ihlali hayal edilemez. Üstelik burada, hareketin ciddi bir muhalefet ile karşı karşıya olmadığı ve mevcut bir tarihsel eğilimin rüzgarını arkasına aldığı için genel ve belirsiz hedeflerin gerçekleştirilebileceği bir durum da söz konusu değildir. Tam aksine, modern toplum mevcut teknolojik rotasında sayıları oldukça fazla olan ve bu işe kendilerini derinden adayan bilim adamlarının, mühendislerin, yöneticilerin yorulmak bilmez kararlı ve hırslı çabaları ve büyük organizasyonlar arasındaki amansız iktidar mücadelesinin bir sonucu olarak hızla ilerlemektedir. Bu koşullar altında Glendinning’in hedeflerinin belirsizliğinin ve karmaşıklığının bizzat kendisi önerilerinin başarısızlığının garantisidir. Başarılı bir devrimci hareketin, hedeflerine hızlı bir şekilde yozlaşma başlamadan varması gerektiğini söyleyen Kural (v) bağlamında Glendinning’in önerisi için ne söylenebilir? Glendinning’in önerisi (şiddet içermese dahi, devrim olarak adlandırılabilecek kadar radikaldir) doğrultusunda toplumun baştan aşağı yeniden organize edilebilmesi için günümüzdeki gelişmiş teknolojilerden epey farklı ve yeni geniş ölçekli teknolojilerin yaratılması gerekmektedir. Bu teknolojilerin yaratılması, eğer mümkünse tabi, geniş ve sistematik bir araştırma, muazzam kaynaklar ve uzun bir zaman isteyecektir. Neo-ludit hareketin bu değişim için gerekli kaynaklar üzerinde kontrol sağlayabilmesi büyük, güçlü ve iyi organize olmuş bir hale geldiğinde, yani yozlaşmaya açık hale geldiğinde mümkün olacaktır. Hareketin gerekli toplumsal reorganizasyonu gerçekleştirebilmesi toplumda egemen güç olması ile mümkün olacaktır ve toplumun bu şekilde yeniden organize edilmesi en azından birkaç on yıl sürecektir—en az 40 yıl diyelim. O zamana kadar hareketin tüm orijinal liderleri politik faaliyetin dışarısında olacaktır ve Önerme 4’te söylendiği gibi hareket yozlaşacaktır. Sonuç olarak, toplumun neo-ludit prensipler uyarınca dönüştürülmesi hiçbir zaman tamamlanamayacaktır. Yine de, Glendinning’in savunduğu tarzda toplumun dönüştürüldüğü gibi imkansız bir varsayımda bulunalım. Bu dönüşüm, Kural (ii)’nin gerektirdiği gibi, geri döndürülemez bir mahiyette mi olacaktır? Yani toplum, neo-luditlerin devamlı bir çabası olmadan, dönüştürülmüş halinde kalmaya devam edecek midir? İmkansız! İkinci Bölüm’de tartışıldığı gibi, neo-ludit ütopya kurulduktan sonra doğal seçilim, güç için çatışma ve rekabeti yeniden doğuracaktır. İkinci Bölüm’deki argümanlar reddedilse dahi, insan meselelerinin, ister toplum bünyesinde olsun ister farklı toplumlar arasında olsun her zaman için olmasa dahi genellikle çatışma ve rekabet içerdiği görünen bir gerçektir. Glendinning, çatışma ve rekabetin tekrar ortaya çıkarak neo-ludit ütopyayı mahvetmesini neyin durduracağını açıklamamaktadır. Pratikte neo-ludit hareket yozlaşacaktır, tıpkı toplumda egemen güç haline gelen diğer tüm devrimci hareketlerin yozlaştığı gibi. Neo-ludit idealler unutulacak ya da en fazla lafta kalacaktır ve modern teknolojinin devamlılığı (Glendinning modern teknolojiden kurtulmayı düşünmemektedir) toplumun mevcut yıkıcı rotasına geri dönmesinin garantisi olacaktır. Kural (iii)’e gelince, Glendinning pratik eyleme kendisini adamış organize bir hareketin gerekliliğinden bihaber gözükmektedir. Görünüşe bakılırsa, ya kendisinin ve diğer neo-luditlerin sadece vaaz vererek toplumu dönüştürebileceğini düşünmektedir ya da çok daha zor olan etkili bir hareket organize etme işini bir başkasının üstleneceğini ummaktadır. Daha önce belirttiğimiz gibi, fikirlerin savunulması kolaydır; zor olan pratik eylem için organize olmaktır. Glendinning gibileri bu görev ile yüzleştiklerinde korkuya kapılırlar. Teknolojik sistemin felaket getiren büyümesi karşısında dehşete düşerler ve bu konuda bir şeyler yapmak isterler, fakat bir organizasyon inşa etmek gibi muazzam zor bir işle yüzleşemeyecek kadar aciz ve etkisizdirler. Bu sebeple, kendilerine “bir şeyler yapıyor oldukları” illüzyonunu vermek için teknoloji problemini nasıl halletmemiz gerektiği ya da çevrenin mahvedilmesi konusunda ne yapılması gerektiği ile ilgili vaazlar verirler. Sonuç, dünyayı kurtarmak ile ilgili bir sürü ütopik rüyadır; ancak pratikte yapılan hiçbir şey yoktur. Elbette, dar kapsamlı ve spesifik hedefler için örgütlenmiş gruplar da bulunmaktadır; Sierra Club gibi vahşi doğayı korumaya çalışan gruplar. Ve bazı konularda belirli başarılar elde ederler -çok küçük başarılar- fakat başardıkları şeyler genel teknoloji problemi ile karşılaştırıldığında önemsizdir. Başarılarının önemsizliği hedeflerinin sınırlı kapsamı ile garanti edilmiştir. Glendinning organize bir hareket oluşturma ihtiyacından bahsetmediği için, Kural (iv) (bir hareketin uygunsuz kişileri bünyesinden uzak tutmak için yöntemler geliştirmesi gerekliliği) onun söyledikleri kapsamında gündeme gelmemektedir. Fakat en kötüsü Glendinning’in tamamı ile naif olmasıdır; burada tartıştığımız beş Kural tarafından ortaya konan problemlerin farkında dahi değil gibidir. Dolayısı ile önerdiği neo-ludit çözüm, Plato’nun ideal devleti hayal etmesinden beri gafilleri yanlış yönlendiren diğer gerçek dışı ütopik fantezilerden daha iyi değildir. Skrbina’nın antolojisi “derin ekoloji”[435] kavramını ortay atan Norveçli filozof Arne Naess’in de bir makalesini içermektedir. Yalnızca teknolojik sistemin bir eleştirisi olarak ele alındığında Naess’in düşüncelerinin çoğu epey yerindedir. Fakat Naess aynı zamanda sistemin gerçek dünyada işleyişi ile ilgili köklü ve derin değişiklikler yapmak istiyor görünmektedir ve fikirlerinin bu hedefe ulaşmak ile ilgili kısımları tamamı ile işe yaramazdır. Naess’in hedefleri Glendinning’in hedeflerinden dahi -eğer böyle bir şey mümkünse- daha belirsizdir. Aslında bu makalede Naess, hedeflerinin neler olduğundan açık bir şekilde bahsetmemektedir bile. Fakat şöyle yazmaktadır: Önümüzdeki yılların en önemli hedefi... yerel otonomiyi artırmanın ve sonunda insan kişiliğinin zengin potansiyellerini açığa çıkarmanın araçları olarak adem-i merkeziyetçilik ve farklılaşmadır.[436] Nihai hedef, yani “insan kişiliğinin zengin potansiyelini açığa çıkartmak,” kulağa hoş gelmektedir. Bundan daha incelikli beylik bir laf ortaya koymak bir hayli zordur. Fakat pratik bir öneri olarak hiçbir anlamı yoktur. “Adem-i merkeziyetçilik” ve “yerel otonomi” gibi ara hedefler anlamsız değildir, fakat yine de etkili bir organizasyona temel olmak için çok belirsizdir. Naess aynı zamanda şunları yazmaktadır: “Doğaya daha az müdahalede bulunma gerekliliği ile hayati insan ihtiyaçlarının tatmini arasında bir denge bulmak büyük önem arz etmektedir.”[437] Bu cümle, bir hedefin pratik olması için sahip olmak zorunda olduğu spesifikliğin yanından bile geçmemektedir. Naess, Johan Galtung[438] tarafından ortaya konan sekiz hedef çiftinden bahsettiğinde bu spesifikliğe biraz daha yaklaşmaktadır. Hedef çiftlerinden ikisi şu şekildedir: Giyim: Uluslararası tekstil endüstrisinin lağvedilmesi [—] yerel zanaat tarzlarının restorasyonunun denenmesi: bunun gıda üretimi ile simbiyozu. Ulaşım/iletişim: Daha az merkezi, iki yönlü yapılar, kolektif ulaşım araçları [—] yürüme, koşma, bisiklet tarzlarının restorasyonunun denenmesi. Daha fazla arabadan arındırılmış bölgeler, kablolu TV, yerel medya. Galtung’un hedeflerinin çoğu da etkili bir hareketin temelini oluşturabilecek spesifiklikten hâlâ yoksundur. Fakat en azından bazıları, daha spesifik hedefler belirleme konusunda bir başlangıç noktası oluşturabilirler. Yine de, sekiz hedef çifti çok fazladır ve Galtung’un hedeflerinin her birine ulaşılsa dahi bu, teknoloji probleminin çözümünün yanına bile yaklaşmaz. Yani Naess’in önerisi de Glendinning’in önerisi kadar açık bir şekilde Kural(i)’i ihlal etmektedir. Naess’in Kural (v)’ten haberi yoktur: “Büyük, merkezi ve hiyerarşik” toplumsal yapıların “tedrici olarak ortadan kaldırılabileceğini” düşünmektedir.[439] Anlaşılan, bir kaç nesil sürecek bir toplumsal dönüşüm öngörmektedir. Fakat bu durumda “derin ekoloji”, dönüşüm tamamlanmadan çok daha önce yozlaşacaktır. “Derin ekoloji” bir kez yozlaştığında, iktidar pozisyonundaki insanlar öncelikle kendi çıkarları peşinde koşacaklar ve “derin ekoloji” ile ilgili konseptleri, o da eğer kullanırlarsa, propaganda amaçlı kullanacaklardır. Bu sebeple Naess tarafından hayal edilen dönüşüm hiçbir zaman tamamlanamayacaktır. Naess’in önerisi Kural (ii)’yi de çiğnemektedir. Toplum bir şekilde Naess’in arzu ettiği tarzda dönüştürülse dahi, bu dönüşüm geri döndürülemez mahiyette olmayacaktır. Anlaşılan Naess, gelişmiş teknolojinin büyük bir kısmının korunacağını düşünmektedir.[440] Bu teknolojinin Naess’in önerdiği toplum biçimi ile uyumsuz bir şekilde kullanılmasının engellenmesi için sürekli bir dikkat gerekli olacaktır. Pratikte bu dikkat uzun bir süre devam ettirilemeyecektir, çünkü yozlaşma (bizim bu kitapta tanımladığımız şekliyle) kaçınılmaz olarak devreye girecektir. Kural (iii) bağlamında ise Naess, Glendinning gibi, sadece vaaz vererek dünyayı kurtarabileceğini düşünüyor gibidir. Çünkü “derin ekoloji” hareketinin pratik eylem için organize edilmesi gerektiğinin farkında olduğuna dair bir belirti göstermemektedir. * * * Bu türdeki diğer yazarları da inceleyebiliriz—Ivan Illich, Jerry Mender, Kirkpatrick Sale, Daniel Quinn, John Zerzan; tüm işe yaramaz tayfa. Fakat bunu yapmak gereksiz olacaktır, çünkü Glendinning ve Naess’e yönelttiğimiz eleştirilerin aynısını tekrarlamış olacağız.[441] Bu literatürün tamamı, bu iki yazarda mevcut olan hatalar ile maluldür. Yazarlar teknolojik sistemin sebep oldukları ile ilgili yerinde endişelerini ifade etmektedirler. Fakat önerdikleri çözümlerin tamamı gerçek dışıdır. Çözümlerinin gerçek dışı olmasının birçok sebebi vardır; mevcut bölümde toplumsal hareketlerin yalnızca beş kuralımızda ifadesini bulan dinamikleri ile bağlantılı olan sebepleri tartıştık. Fakat Bölüm Bir ve İki’de ve diğer yerlerde,[442] Glendinning, Naess, Illich, Mender ve benzerlerinin çözümlerinin pratikte neden uygulanamayacağı ile ilgili diğer çok güçlü sebepleri de açıkladık. Okuyucu, teknoloji probleminin beş kural ile uyumlu bir çözümünün mümkün olup olmadığını sorabilir. Biz mümkün olduğunu düşünüyoruz. Başlangıç olarak, Mao’nun tavsiyesine uyalım ve karşı karşıya olduğumuz durumdaki temel çelişkinin ne olduğunu soralım. Temel çelişki, açık olarak, vahşi doğa ve teknolojik sistem arasındaki çelişkidir. Bu, seçilmesi gereken hedefin, daha önce açıkladığımız gibi, teknolojik sistemin “öldürülmesi” olması gerektiğini göstermektedir.[443] Başka bir ifadeyle devrimciler, gerekli her yöntemi kullanarak sistemin çöküşünün gerçekleşmesini hedeflemelidirler. Kural (i): Bu hedef, etkili bir harekete temel oluşturacak kadar açık, somut ve basittir. Kural (v): Devrimci bir hareket teknolojik sistemi ortadan kaldıracak kadar güce erişirse bu işi kısa zamanda başarabilir. Yıkmak, inşa etmekten çok daha kolaydır. Kural (ii): Eğer sistem kökünden yıkılabilirse sonuç -en azından uzun bir zaman için- geri döndürülemez olacaktır. Çünkü yeni bir teknolojik sistemin geliştirilmesi birkaç yüzyıl ya da daha fazla sürecektir.[444] Hatta bazı kişiler Dünya’da teknolojik sistemin tekrar kurulamayacağını düşünmektedirler.[445] Kural (iv): Teknolojik sistemi “öldürme” hedefine sahip bir devrimci hareket kendisine katılacak uygunsuz kişileri dışarıda tutacak yöntemler geliştirmelidir. Büyük olasılıkla asıl tehlike, kendilerini herhangi bir davaya adamak zorunda hisseden “solcu” (STVG’de tanımlandığı şekliyle[446]) tiplerden gelecektir.[447] Hareket, solcu inançlara, hedeflere ve fikirlere yönelik gerçekleştirilen sürekli bir sözlü ve ideolojik saldırı ile kendisini bu tarz insanlardan koruyabilir.[448] Eğer bu, solcuları geri püskürtmede yetersiz olursa ya da diğer istenmeyen tipler (sağcılar gibi) harekete yönelirse hareketi “saf” tutmanın başka yolları bulunmalıdır. Kural (iii): Zor kısım, insanları pratik eylem için organize etmek olacaktır. Bu görevin yerine getirilmesi için bir formül ya da tarif veremeyiz. Fakat bu görevi yerine getirmeye çalışanlar, takip eden Dördüncü Bölüm’deki fikirleri ve bilgileri uygularlarsa karşılaşacakları zorluklar daha az olacaktır. ** Dördüncü Bölüm: Anti-Teknolojik Bir Hareket İçin Stratejik İlkeler—Mao Zedong[284]
**1.** Anti-teknolojik bir hareket için başarıya giden spesifik bir yol önceden çizilemez. Hareket, teknolojik sistemin çöküşünü gerçekleştirebileceği fırsatların ortaya çıkmasını beklemek zorunda olacaktır. Bu fırsatların tam olarak neler olacağı ve ortaya çıkış zamanları, genel olarak, tahmin edilemez olacaktır. Dolayısı ile hareket, bu tarz tüm fırsatları anında değerlendirebilecek tarzda kendisini hazırlamak zorundadır. İlk olarak, hareket kendi içsel güç kaynaklarını inşa etmelidir. Kendilerini tamamı ile teknolojik sistemin ortadan kaldırılmasına adamış bireylerden oluşan güçlü ve birleşmiş bir organizasyon kurmak zorundadır. Sayılar ikincil bir öneme sahip olacaktır. Yüksek nitelikli kişilerden oluşan sayıca küçük bir organizasyon, çoğu üyenin vasat özelliklere sahip olduğu çok daha büyük bir organizasyona göre çok daha etkili olacaktır.[450] Örgüt, toplumsal hareketlerin dinamikleri ile ilgili anlayışını, fırsatları ortaya çıktığı anda tespit etmek ve onları nasıl kullanacağını bilmek için geliştirmek zorundadır. İkincisi, hareket sosyal çevresine referansla güç inşa etmek zorundadır. Fikirleri, kararlılığı, etkililiği ile saygı kazanmalıdır. Eğer kendisinden genel olarak korkuluyor ve nefret ediliyorsa bu daha iyidir. Fakat tüm muhalif hareketler arasındaki en saf ve en tavizsiz devrimci hareket olarak nam salmalıdır. Böylece, insanların umutsuzluğa düştüğü ve mevcut toplumsal düzene tüm saygılarını ve güvenlerini kaybettikleri derin kriz geldiğinde birçok kişinin başvuracağı hareket olacaktır. Üçüncüsü, bu saygı ve güven kaybının oluşması adına hareket, insanların teknolojik sisteme olan inançlarını sarsmak için elinden geleni yapmalıdır. Muhtemelen bu, hareketin yapması gereken en kolay işlerden birisi olacaktır; çünkü işin büyük bir bölümü hareketin çabalarından bağımsız olarak gerçekleşecektir. Sistemin kendi başarısızlıkları ona olan güvenin sarsılmasına sebep olacaktır. Üstelik, sisteme olan inancını kaybetmiş entelektüellerin söylemleri ve yazıları, özellikle çevre konuları ile alakalı olanlar, insanların mevcut toplumsal düzene olan güvenlerinin sarsılması yönünde şimdiden işlemektedir. Bu entelektüellerin çok azı potansiyel devrimcilerdir.[451] Bu sebeple anti-teknolojik bir hareket onları doğrudan desteklememelidir. Fakat hareket, sistemin başarısızlıklarının yaygın ve telafi edilemez karakterini vurgulayarak ve sistemin mümkün olan her durumda zayıf ve korunmasız görünmesini sağlayarak mevcut toplumsal düzene olan güvenin çöküşünü hızlandırabilir.[452] Bu bölümde, yukarıdaki paragraflarda kabaca çizilen resmin ayrıntılarını doldurmaya çalışacağız. **2.** Devrimler hemen hemen hiçbir zaman gerçekleşmelerinin çok öncesinde başarılı bir şekilde planlanamazlar. Bu, spesifik tarihsel olayların genel olarak tahmin edilemez olmaları prensibinin bir sonucudur.[453] Irving Horowitz, devrimlerin, ya daha önceden belirlenmiş bir eylem planı olmadan ya da bu programın doğrudan ihlal edilmesi ile gerçekleştirildiğini doğru bir şekilde gözlemlemektedir.[454] Herbert Matthews ise “modern zamanlardaki devrimci liderlerden yalnızca Hitler’in programını önceden çizdiğini ve buna bağlı kaldığını”[455] vurgulamaktadır. Devrimciler deneme-yanılma ile ve önlerine çıkan fırsatları (bu fırsatlar genellikle önceden tahmin edilmez) yakalayarak ilerlemek zorundadırlar.[456] Lenin’in söylediği gibi: “Genellikle el yordamı ile ilerlemeye çalışıyorduk... . Kim, önceden nasıl yapılacağını bilerek devasa bir devrimi sonuca ulaştırabilir?”[457] Ocak 1917’de Lenin, kendi ömründe bir devrimin Rusya’da mümkün olacağını düşünmüyordu.[458] Bolşevikleri Rusya’nın hakimi yapabilmesinin sebebi, Petersburg’taki Şubat 1917 devriminin sunduğu beklenmedik fırsatı görebilecek zekaya ve bunu değerlendirebilecek dirayete sahip olmasıdır.[459] **3.** Fakat büyük fırsatların gelmesi uzun zaman alabilir ve devrimci hareket bu fırsatlar için uzun süre beklemek zorunda kalabilir.[460] Bu durum, hareketin rahatlayabileceği ve işleri kolaydan alabileceği anlamına gelmemektedir. Tam tersine, hareket fırsatları beklerken sıkı çalışmaya devam etmelidir. Bu yalnızca fırsatlar ortaya çıktığında hareketin bunu değerlendirebilecek güce sahip olması için önemli değildir; aynı zamanda, faaliyette bulunmayan bir hareket mevcudiyetini devam ettiremez ya da tembel bir yığına dönüşür. Bir hareketin üyeleri amaçlı bir çalışma ile meşgul edilmedikleri taktirde çoğu ilgisini kaybedecek ve uzaklaşacaktır.[461] Hareketin aktif kalmasını gerektiren bir diğer sebep, devrimcilerin fırsatlar için pasif bir şekilde beklemesinin yeterli olmamasıdır; bu fırsatların kısmi olarak devrimciler tarafından yaratılması gerekebilir. Mevcut toplumsal düzendeki ciddi bir bozukluğun, muhtemelen, devrimcilerin yapabileceklerinden bağımsız olarak ortaya çıkması gerekir. Fakat böyle bir bozukluğun sistemin ortadan kaldırılmasını mümkün kılacak ciddilikte bir fırsat sunup sunmayacağı devrimci eylemin geçmişte yapacaklarına bağlı olabilir. Örneğin Rusya’da Çar rejiminin zayıf karakterini oluşturan asıl sebepler devrimciler tarafından oluşturulmamıştır. Fakat rejimin Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisi ile birlikte bir devrim fırsatı ortaya çıkmıştır ve bu yenilgiye devrimci eylemin sebep olduğu söylenebilir. Çünkü “savaş halindeki hiçbir ülkede politik ajitasyon, Rusya’da olduğu gibi, cephe arkasının etkili bir şekilde seferber edilmesini engelleyecek yoğunlukta yapılmamıştır.”[462] Sonrasında Petersburg işçilerinin beklenmedik bir şekilde ve kendiliğinden gerçekleşen ayaklanması Bolşeviklere büyük fırsatlarını sunmuştur. Eğer Bolşevikler bu ayaklanmanın öncesinde işçileri Marksist fikirler[463] ile endoktrine etmiş olmasalardı, muhtemelen bu ayaklanma etkisiz bir sinir patlamasından ibaret olacaktı. Bolşevikler işçilere bir teori ve ideal vererek, bu ayaklanmanın belirli bir amacı olan organize ve efektif bir hareket olmasını sağlamışlardır. **4.** Yukarıda 2. Kısım’dan anlaşılıyor ki, devrimci bir hareket, beklenmeyen hadiselere başarılı bir şekilde cevap verebilmek için hazır olmak zorundadır. Eğer bir eylem planı uzun denebilecek bir zaman dilimini kapsıyorsa, hareketin bu plana bağlılığı, öngörülmemiş gelişmelerin gerektireceği tarzda yeniden pozisyon almayı ya da bu plandan tümden vazgeçmeyi engelleyecek tarzda olmamalıdır. Başka bir deyişle, hareket esnekliğini korumalıdır.[464] Askeri taktik ve strateji konularını çalışanlar, esnekliğin önemini uzun süredir bilmektedirler.[465] Lenin devrimci çalışmada “taktik esnekliğin” olmasını istemiştir[466] ve Trotsky Bolşeviklerin gücünü, “devrimci kararlığı her zaman için büyük bir esneklik ile birleştirebilmelerinde” görmüştür.[467] Mao Zedong şöyle yazıyor: Toplumu değiştirme pratiğinde insanların orijinal fikirleri, teorileri, planları ya da programları çok nadir olarak herhangi bir değişikliğe uğramadan gerçekleşirler. Fikirler, teoriler, planlar ve programlar, pratik sırasında öngörülmemiş durumların ortaya çıkması sebebiyle genellikle kısmen ve hatta bazen tamamen değişikliğe uğrarlar. Yeni, orijinal fikirler; teoriler; planlar ya da programlar gerçek ile ya tamamen ya da kısmen bağdaşmazlar ve tamamen ya da kısmen doğru değillerdir. Pek çok durumda, başarısızlıklar, teorideki hataların düzeltilmesinden ve beklenen sonuçların pratikte elde edilmesinden çok daha önce düzeltilmelidirler. Gerçek devrimci liderler fikirlerini, teorilerini, planlarını ya da programlarını yalnızca hatalar ortaya çıktığı zaman değiştirmekle görevli değildirler; aynı zamanda önerilen yeni devrimci görevlerin ve yeni çalışma programının durumdaki değişikliklere uyumlu olmasını sağlamakla da görevlidirler.[468] Bu, esneklik ihtiyacını vurgulamanın başka bir yoludur. **5.** Üçüncü Bölüm’de tartışıldığı gibi, devrimci bir hareketin günümüzdeki tek ve nihai hedefi dünya çapındaki teknolojik sistemin topyekun çöküşü olmalıdır.[469] Bu yazara mektup yazan bir kişi, teknolojik sistemin çöküşünden sonra herkesin maruz kalacağı akut fiziksel tehlike ve zorluklar sebebiyle böyle bir çöküşü hedef alan bir harekete dünya nüfusunun çoğunluğunun karşı geleceğini ve bu hareketin bu sebeple hiçbir şey başaramayacağını iddia etmiştir. Hiç şüphe yok ki, sistemin çöküp çökmemesi üzerine bugün bir referandum yapılsa sanayileşmiş toplumlarda yaşayan insanların en az yüzde doksanı “hayır” diyecektir. İnsanların sisteme olan tüm saygılarını ve güvenlerini kaybettikleri bir kriz durumunda dahi, bu kez çok daha küçük bir çoğunluk olmasına rağmen yine de çoğunluk, topyekun çöküşün karşısında oy kullanacaktır. Fakat bunun devrim karşısında ciddi bir engel teşkil edeceği varsayımı “demokratik yanılgı” adını verdiğimiz bir hatadan kaynaklanmaktadır: Demokratik seçimlerde olduğu gibi toplumsal mücadelelerde de sonucun belirli bir tarafı tutan insanların sayısı ile belirleneceği düşüncesi. Gerçekte toplumsal mücadeleler, temel olarak sayılar tarafından değil, toplumsal hareketlerin dinamikleri tarafından belirlenirler. **6.** Söylememize gerek yok ki gerçek devrimciler -hareketin çekirdeğini oluşturan ve bu işe kendilerini derinden adayan kadrolar- her türlü zorluğu ve en yüksek riskleri, hatta davaları uğrunda ölümün kesinliğini dahi kabul etmeye hazır olacaklardır. Erken dönem Hristiyan şehitlerini; El Kaide, Taliban ya da cihatçı intihar bombacılarını; ya da Rus Devrimi’nin suikastçılarını düşünmemiz yeterlidir. Sosyal Devrimci Kalyaev bir Rus grandükünü 1905 yılında öldürdükten sonra, dükün karısı onu hapishanede ziyaret etmiştir ve ona şunları söylemiştir: “Nedamet getir ... ve ben de Çar’a seni atfetmesi için yalvarayım.” Kalyaev’in cevabı şu olmuştur: “Hayır! Nedamet getirmiyorum. Yaptığım için ölmeliyim ve öleceğim... . Benim ölümüm davaya grandükün ölümünden daha faydalı olacak.”[470] Daha sonra, 1918 yılında, Fanny Kaplan Lenin’e iki kurşun sıktığında, bunu hayatı ile ödeyeceğini kesinlikle biliyordu.[471] Benzer şekilde Charlotte Corday, Jean-Paul Marat’yı Fransız Devrim’i sırasında öldürdüğünde giyotine gideceğini biliyordu.[472] Nisan 1916 ayaklanmasını gerçekleştiren İrlandalı aşırı milliyetçiler umutsuz riskler aldıklarını kesinlikle biliyorlardı ve içlerinden bir azınlık bilinçli bir şekilde şehitliğin peşinden gidiyordu. Daha sonra idam edilenlerin pek çoğu “son sözlerinde ... ölümlerinin bir çeşit zafer olduğunu belirtmişlerdir.”[473] **7.** Kritik olarak gördükleri hedefler uğrunda acı çekmeyi ve ağır riskleri göze alacak kişiler yalnızca, küçük bir azınlık olan koyu devrimcilerden ibaret değildir. Pek çok sıradan insan, toplumlarında ciddi bir bozulma baş gösterdiğinde ya da en çok önem verdikleri değerler tehlike altında olduğunda veya soylu bir amaç olarak gördükleri bir şey için motive olduklarında bir kahramana dönüşürler ve inanılmaz cesaret gösterirler. “İnsanın, çektiği acının bir anlamı ve nedeni olduğuna kesin olarak inanması halinde insan üstü bir acıya katlanabilmesinin mümkün olduğu” söylenmiştir.[474] Bu ifade, yalnızca Fransız, Rus ve diğer devrimlerin tarihi tarafından değil, tarihte yaşanan diğer pek çok örnek tarafından da doğrulanmıştır. Örneğin İkinci Dünya Savaşı’ndaki ölüm, yıkım ve Alman işgalcilerin onlara reva gördüğü vahşi acımasızlıklara rağmen Ruslar, direnme iradelerini hiç bir zaman kaybetmemişlerdir.[475] Aynı şekilde sivil Alman nüfusunun morali, şehirlerini bir harabeye çeviren ve kimi durumlarda tek bir operasyonla on binlerce kişiyi öldüren korkunç Müttefik bombardımanları karşısında kırılmamıştır.[476] Müttefik hava kuvvetlerinin mensupları, verdikleri yüksek kayıplara rağmen Avrupa üzerindeki tartışmalı hava sahasında görevlerine devam etmişlerdir. Örneğin İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman işgalindeki Polonya üzerinde göreve çıkan Amerikan pilotlarının dörtte üçü öldürülmüştür.[477] Hayatta kalanlar buna rağmen uçmaya devam etmişlerdir. Bu sırada, karadaki birçok piyade eşit derecede tehlikeye ve çok daha fazla fiziksel zorluğa maruz kalmalarına rağmen savaşmaya devam etmişlerdir.[478] Yukarıdaki paragrafta örnek gösterilen sivillerin çoğu zorluklardan ve tehlikelerden gönüllü olarak geçmemişlerdir. Kontrolleri dışındaki koşulların onlara dayattığı berbat şartlara rağmen çalışmaya devam ederek cesaretlerini göstermişlerdir. Bazı asker kişilerin savaşta gönüllü olduklarına şüphe yoktur, fakat gönüllü olanların çoğu ne ile karşılaşacaklarının farkında değildi. İkinci Dünya Savaşı’nın muhtemelen en çok madalyaya sahip Amerikan askeri olan Audie Murphy’nin durumu kesinlikle böyleydi; gönüllü olduğunda savaş hakkındaki düşünceleri oldukça naifti.31 Yine de, bir dava için ya da sorumlu olduklarını düşündükleri şeyi başarmak adına kritik durumlarda bilerek olağanüstü riskler alan ve aldıkları risklerin nelere yol açabileceğinin tamamen farkında olduklarını varsayabileceğimiz insanların çok sayıda örneği bulunmaktadır—üstelik sadece küçük bir azınlık olan koyu devrimciler değil, aynı zamanda çok sayıda sıradan normal insan da bu şekilde davranmıştır. 1922 yılında, İrlanda Bağımsızlık Savaşı’nın umutsuz ve kanlı karakteri şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya çıktığında dahi, savaşa katılanların sayısında bir azalma olmamıştı. “Büyüklerini taklit etmek isteyen yeni ve istekli genç savaşçılar”[479] [480] savaşa katılmaya devam ediyordu. İkinci Dünya Savaşı sırasında Polonya ve Fransız direniş hareketinin de yeni üye çekme konusunda bir sıkıntı yaşamadıkları anlaşılmaktadır. Bu kişiler, İrlandalıların durumunda olduğu gibi yalnızca ölüm riskini değil, aynı zamanda dayanılmaz işkencelerden geçme tehlikesini de göze alıyorlardı. Charles de Gaulle’in Fransız Direni şi’ndeki şahsi temsilcisi olan Jean Moulin yakalanmış ve Gestapo tarafından ölene kadar işkenceden geçirilmiştir.[481] Fakat işkencede çözülmemiş ve sırlarını paylaşmamıştır.[482] “1941 yılında Özgür Fransa, Kaptan Scamaroni’yi eylem hazırlama görevi ile [Korsika’ya] göndermiştir... . Maalesef cesur delegemiz İtalyanlar’ın eline düşmüştür... . Korkunç işkencelerden geçen Scamaroni sırlarını paylaşmamıştır.”[483] Bazı insanlar, kendi şahsi problemleri ile alakası olmayan davalar için dahi ölümü hatta daha fazlasını göze alacaklardır. Binlerce Yahudi olmayan Polonyalı, Yahudileri Nazilerden kurtarma çabalarına katılmıştır. Polonyalılar, Yahudilere yardım ederek yalnızca kendi hayatlarını değil aynı zamanda ailelerinin de hayatlarını riske atmışlardır.[484] Irena Sandler isminde Polonyalı bir kadının 2.500 Yahudi çocuğunun kurtarılmasına yardım ettiği düşünülmektedir. “1943 yılında Naziler tarafından yakalanmış, işkence görmüştür; fakat işbirlikçilerinin kimler olduklarını söylemeyi reddetmiştir. İşkence seanslarından birinde işkencecileri ayaklarını ve bacaklarını kırmışlardır... .” Direnişteki yoldaşlarının kaçmasına yardım etmesi için bir Gestapo subayına verdikleri rüşvet sayesinde hayatta kalabilmiştir.[485] Şu noktanın da vurgulanması gerekir: İster koyu birer devrimci olsunlar ister sıradan kişiler olsunlar, aldıkları riskleri gönüllü olarak alsınlar ya da tehlikeye kendi istekleri haricinde bulaşsınlar, değerli olduğuna inandıkları amaçlar için aşırı tehlike ve zorluklardan geçen kişilerin çoğu, “kahramanca” eylemlerinden dolayı yoğun bir tatmin duygusu yaşamışlardır; bunlardan zevk aldıkları dahi söylenebilir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman savaş esirleri kamplarında kalan bir kişi, başarı ile sonuçlanan kaçma girişimi hakkında şunları yazmaktadır: Heyecanın sarhoş ediciliği ile kendimden geçtiğimi hissettim. Özgürlüğün, yaşamın, sevdiğim kişilere kavuşmanın başarının ödülü olduğu ve ölümün kaçılmaz olmasa da başarısızlığın faturası olduğu kaçış sporunun bir benzerini düşünemiyorum.[486] İkinci Dünya Savaşı sona yaklaşırken: Belirli bir hedefe yönelmiş Komünist liderler dışındaki direniş savaşçıları yollarını kaybetmiş gibilerdi. Düşman geri çekildikçe, Goethe’nin Faust’u gibi zamana “Dur, çok mükemmelsin” diye seslenmek istediler. Nostaljik hisler ile dolmuşlardı. Çünkü bu ateşli ve maceracı kişiler, en yüksek tehlikeleri içeren gizli mücadelenin vazgeçemeyecekleri kasvetli çekiciliğini tatmışlardı.[487] Çok daha yakın bir dönemde, Kuzey İrlanda’ya barışın gelmesiyle aynı “kasvetli çekiciliklerin” ortadan kaybolması, bu ülkenin gençlerinde olumsuz bir etki yaratmıştır. Bir gazeteci, 2009 yılında Katolik bir rahip olan Peder Aion Troy ile olan röportajından aktarmaktadır: Sorunlar sona erdiğinden beri Belfast gençliğindeki intihar vakaları keskin bir şekilde artmıştır. Rahibe göre bunun en güçlü sebebi, paramiliter grupların sağladığı yoldaşlık ve ortak dava duygularının yerini can sıkıntısı ve umutsuzluğa bırakmasıdır. Troy, ‘çok sayıda genç insanın, erken yaşlarda içkiye ve uyuşturucuya bulaştığını’ söylüyor.[488] [489] Kübalı bir devrimci gerilla olan Celia Sanchez, Fidel Castro’nun grubu ile birlikte Sierra Maestra’da yaşadığı tehlikeli ve zorlu 1965 yılını şöyle hatırlamaktadır: “Ah, fakat o günler en iyi zamanlardı değil mi? O zamanlar hepimiz çok mutluyduk. Gerçekten. Bir daha asla öyle mutlu olamayacağız değil mi? Hiçbir zaman”' Başka açılardan aşırı duygusal olan bir makalede Irak Savaşı’nın Amerikan bir gazisi, sivil hayata dönüşünün olumsuz yönlerini şöyle itiraf etmektedir: “O günlerdeki amaç hissini, günlük yaşamda benzeri bulunamayacak o ölüm kalım savaşını özlüyorum.”[490] **8.** Yukarıdaki örneklerin amacı tehlikeyi, acıyı ya da savaşı yüceltmek değildir. Bu örneklerin amacı, insanların -normal zamanlarda ilk olarak güvenlik ve kontrole önem vermeye yönlendirilmiş modern teknolojik toplumun üyelerinin dahi-, toplumlar kaosun içine sürüklendiğinde ve olayların gidişatı ile umutsuz, kızgın ya da korkmuş hale geldiklerinde ya da alıştıkları yaşam biçimini sürdürmenin artık mümkün olmadığını anladıklarında zorunlu bir şekilde en kolay yolu ya da kısa vadede onlara en tehlikesiz gelen yolu seçmeyeceklerini göstermektir. Bu koşullar altında pek çok kişi kahramanca eylem şekillerini, hatta kendilerini ve sevdiklerini en yüksek risklere ve zorluklara maruz bırakacak eylem biçimlerini seçeceklerdir—eğer onları canlandıracak, organize edecek ve onlara bir amaç duygusu verecek liderler olursa. Sistem ağır bir kriz aşamasına geldiğinde, devrimcilerin görevi bu tarz bir liderlik görevini üstlenmek olacaktır. Böyle bir zaman geldiğinde devrimciler, işlerini başarılı bir şekilde yapmışlarsa ve yapmaya devam ediyorlarsa devrimci programın içerdiği risklere ve zorluklara rağmen geniş bir desteği kendilerine çekmeyi başarabileceklerdir. Bu, devrimcilerin toplumun çoğunluğunun desteğini kazanacakları anlamına gelmez. Küçük bir azınlığı organize edip yönlendirecek olmaları çok daha olasıdır. Fakat “belirleyici olan şey her zaman için fiziksel çoğunluk değildir, moral güç üstünlüğü politik dengeyi değiştirmekte çok daha önemlidir.” (Simón Bolivar)[491] Mevcut toplumsal düzeni sarsacak nitelikte ciddi bir bozukluk ortaya çıktığında, toplumun büyük çoğunluğu düzene olan güvenini ve saygısını kaybedeceği için, düzeni savunmak adına herhangi bir çaba içerisinde olmayacaklardır. Alinsky, “şartların ... devrim için olgunlaştığı” durumlardan bahsettiğinde bu meseleyi açık bir şekilde ifade etmiştir: Toplumdaki kitleler, eski yöntemler ve değerlere olan saygılarını kaybettikleri bir noktaya gelmişlerdir. Neyin işe yarayacağını bilmiyorlardır; fakat mevcut sistemin kendi kendisini yok ettiğini, sinir bozucu ve umutsuz olduğunu görüyorlardır. Kendileri değişim için harekete geçmeyeceklerdir, fakat bu amaçla harekete geçenleri de engellemeyeceklerdir.[492] Bu koşullar altında çok fazla kişi umutsuz, ilgisiz ve pasif bir hale gelecek ve diğer pek çokları yalnızca kendilerinin ve sevdiklerinin canını kurtarmakla meşgul olacaklardır. Mevcut iktidar yapısı karışıklığa uğrayacak, yolunu sapıtacak ve içsel muhalefet ile kaynaşacaktır; bu sebeple, hala sistemi savunabilecek motivasyona sahip küçük bir azınlığı organize edip yönlendirmede berbat bir iş çıkarması yüksek bir olasılıktır. Eğer devrimciler kendi azınlıklarına ilham vermede, onları organize etmede ve yönlendirmede etkili olurlarsa gücün önemli bir bölümünü ele geçirebileceklerdir. **9.** Devrimcilerin bir fırsat elde etmesi için mevcut toplumsal düzende yaşanacak bir bozukluk her zaman için gerekli olmayabilir. 1916-1922 devriminden önceki dönemde İrlanda’nın toplumsal düzeninde ciddi bir bozukluk olup olmadığı kesin değildir; devrimin hedefi olan Britanya otoritelerinin bir çaresizlik durumunda olmadıkları ya da başka açılardan zayıf olmadıkları ise kesindir. Ancak devrim yine de gerçekleşmiştir.[493] Fakat normal durumlarda, devrim için bir fırsat, mevcut toplumsal düzendeki ciddi bir başarısızlığa bağlıdır. Reform, Katolik Kilisesi’ndeki yozlaşma yüzünden pek çok insanın Kilise’ye olan saygısını kaybetmesi ile ortaya çıkmıştır. İspanya’nın Amerika kıtasındaki kolonilerinin bağımsızlıklarını kazandıkları erken 19. yüzyıldaki devrimler, İspanya monarşisinin zayıflığının, Napolyon karşısındaki yenilgisi ve diğer başka sebeplerle açığa çıkması ile gerçekleşmiştir. 1911 Çin Devrimi, Çin’in batılı güçler karşısındaki çaresizliği ve Manchu hanedanının (ya da Qing, CH’ing) Japonya karşısında defalarca aşağılanmasının sonucu olmuştur. Rus devrimcilerinin ayağına gelen fırsat, Çar rejiminin Birinci Dünya Savaşı’ndaki utanç verici askeri yenilgileri ile ortaya çıkmıştır. Almanya’da Nazi’ler, Büyük Depresyon’un başlangıcına kadar bir azınlık partisi olarak kalmışlardır; Hitler’in gücü ele geçirmesi, Alman Hükumeti’nin ekonomik kriz ile baş edemeyecek kadar zayıf ve beceriksiz olması sayesinde olmuştur.[494] Yukarıdaki örneklerin her birinde mevcut toplumsal düzene duyulan saygının geniş bir şekilde kaybedildiğine şüphe yoktur ve son iki örnekte, nüfusun belirli kesimleri nezdinde geniş bir kızgınlık ve diğerlerinde ise umutsuzluk söz konusudur. Günümüz dünyasında devrimin yolunu açan şey, muhtemelen bu son iki örnekte olduğu gibi geniş bir kızgınlık, umutsuzluk ve yılgınlık içeren bir durum olacaktır. Devrimciler bu tarz durumlardan yararlanabilecek kabiliyetlere sahip olmalıdırlar. Bir örnekle açıklamak gerekirse, insanların gelişen teknoloji tarafından gittikçe artan bir şekilde iş gücünün dışına çıkarılacağını ve bunun dünyanın teknolojik olarak gelişmiş bölgelerinde dayanılmaz ve kronik bir işsizlik yaratacağını varsayalım.[495] Bu durum, sistemin mevcudiyetini tehlikeye atacak ciddilikte bir krize sebep olmak zorunda değildir; çünkü insanlar kronik işsizlik durumunda ilgisizlik, pasiflik ve umutsuzluğa savrulacaklardır. Yakın zamanda İspanya ve Yunanistan’da[496] olduğu gibi, ayaklanmalara yol açan bir kızgınlık hali de ortaya çıkabilir. Fakat bu iyi organize olmamış, genel olarak amaçsız sinir patlamaları (gerçekten umutsuzluğun birer göstergesidirler) hiçbir şey başaramamıştır. Bu etkisiz ayaklanmaları, zeki bir liderliğin, insanların kızgınlığını iktidar aygıtından büyük tavizler koparmakta kullandığı Mısır’daki (2011) “Arap Baharı” devrimi ile karşılaştıralım. Mısır Devrimi sonunda bir başarısızlık ile sonuçlanabilir,[497] fakat mevcut amaçlarımız uyarınca bu konumuzun dışındadır. Buradaki temel mesele, yetenekli devrimci liderlerin insanların kızgınlıklarını ve umutsuzluklarını alıp onları yararlı amaçlara yönlendirebilme kapasiteleridir. Anti-teknolojik devrimciler, tabii ki, iktidar yapısından tavizler koparmakla tatmin olamazlar; bu yapıyı tamamı ile alaşağı etmek zorundadırlar. Varsaydığımız gibi, dünyanın teknolojik olarak gelişmiş bölgelerinde dayanılmaz ve uzun vadeli bir işsizliğin ortaya çıkması durumunda, hala işe sahip olanların çoğu ürkmüş olacak ve sisteme olan saygılarını yitireceklerdir; fakat sahip olacakları tek motivasyon işlerine sıkı sıkıya tutunmak olacaktır. İşsizler ya ilgisiz ve umutsuz ya kızgın ve çaresiz ya da bu duygu durumlarının hepsine birden sahip olacaklardır. Geniş çapta ayaklanmaların ortaya çıkması durumunda iktidar yapısı baskı altında olacaktır, ancak bu durum varlığını ciddi bir şekilde tehdit etmeyecektir. İyi hazırlanmış devrimciler, insanların kızgınlığını ve umutsuzluğunu işe koşarak, kitlelerin amaçsız bir şekilde ayaklanmaları yerine anlamlı bir eylemde bulunmalarını sağlayacak organizasyon kapasitesine sahip olmalıdırlar. Anlamlı eylemin ne olabileceğini bugünden söylemek ancak bir varsayım olabilir. Fakat spekülatif bir örnek vermek gerekirse devrimciler, Mısırlıların yaptığı gibi iktidar yapısından tavizler koparabilirler. Fakat tavizlerin, Mısır örneğinden farklı olarak, iktidar yapısını derin bir şekilde aşağılayacak tarzda olması gerekir. İktidar yapısının bu şekilde bir tavizde bulunmaya zorlanması, iktidar yapısı içerisinde bulunan kişilerin moralini çökerterek iktidar bloğu içerisinde içsel hiziplere ve kavgalara yol açabilir ve dengenin bozulmasını sağlayabilir. Bu aşamaya ulaşıldığında iktidar yapısını alaşağı etmenin imkanları mükemmel olacaktır. Fakat unutmayalım ki yukarıdaki senaryo, devrimin izleyeceği rota ile ilgili sadece örnek vermek amacı ile kullandığımız varsayımsal bir senaryodur. Devrim gerçekte çok farklı bir rota izleyebilir. 10. Devrimci hareketin, sadece kendi kendilerini ciddiye alan “eksantriklerden” oluşan, küçük ve hor görülen bir grup olarak işe başlayabileceğini fark etmek önemlidir. Hareket, onu başarıya ulaştıracak fırsat ile karşılaşmadan önce uzun yıllar boyunca etkisiz ve güçsüz kalabilir. “Devrimci potansiyele sahip inanışlar, bu inanışları değer-yönelimli hareketlerin belirleyicisi yapacak problemlerin ortaya çıkmasından çok daha önce geçici olarak var olabilirler; devrimci organizasyonlar, değerlendirebilecekleri şartların oluşması için beklemek durumunda olabilirler.”[498] 1847 yılında Karl Marx ve Friedrich Engels, sadece birkaç yüz üyesi olan ve sonradan dağılan, Komünist Lig ismindeki, pek kimsenin bilmediği bir grup adına Komünist Manifesto’yu hazırlayan bir çift eksantrikti.[499] İrlanda’da milliyetçi fikirlerin Nisan 1916 ayaklanmaları devrimci süreçleri tekrar ateşleyene kadar birkaç on yıl boyunca canlı kalabilmesi, genel nüfusta yalnızca çok küçük bir desteğe sahip ufak bir azınlık radikaller grubu sayesinde mümkün olmuştur.[500] Fidel Castro şunları söylemiştir: “Seksen iki adamla bir devrime başladım. Eğer bu işi tekrar yapmam gerekirse mutlak inanca sahip 10 ya da 15 kişiyle işe başlarım.”[501] Gerçekte Castro, devrime bir düzine adamla başlamıştır; çünkü Küba’ya seksen iki kişi ile vardıktan üç gün sonra diktatör Batista’nın saldırısına uğramışlardır. Ekibinin neredeyse tamamı öldürülmüş ya da yakalanmıştır ve on beş kişi civarında bir ekip ile[502] Sierra Maestra’da mücadeleye devam edebilmişlerdir. İki yıl sonra en yüksek rakama ulaştıklarında dahi gerillalar ancak sekiz yüz kişiden oluşuyorlardı. Batista’nın ise otuz bin[503] kişilik bir ordusu vardı ve buna rağmen mücadeleden galip ayrılan Castro olmuştur. Elbette bu tarz bir zafer yalnızca askeri bir zafer olamaz ve yalnızca Castro’nun gerillaları tarafından kazanılmamıştır. Castro’nun zaferi temel olarak politik bir zaferdir ve ancak Küba halkının Batista rejimine hiç bir saygısı ve güveni kalmadığı için mümkün olabilmiştir. Diktatör politik açıdan beceriksizdi ve asilerle savaşmaya gönlü olmadığını kesin bir şekilde kanıtlayan ordusunun bağlılığını dahi koruyamıyordu. Aslında Batista bir koalisyon tarafından alt edilmiştir ve Castro’nun gerillaları bu koalisyon içerisindeki tek önemli bileşen değildir. Castro’yu koalisyonun diğer bileşenleri arasında öne çıkaran ve Küba’nın hakimi yapan şey bir politikacı, propagandacı ve organizatör olarak yeteneğidir. Askeri faaliyetleri bu başarılarda vazgeçilmez bir rol oynamıştır, ancak bunlar temelde politik ve psikolojik açılardan etkili olmuşlardır.[504] Burada vurgulanması gereken nokta aslında şudur: Castro bir avuç adamını yönetirken Sierra Maestra’ya bakıp, “Batista, şimdi yenildin işte!”[505] deseydi çoğu kişi onun deli olduğunu düşünürdü. Fakat Batista gerçekten yenilmiştir ve Castro Küba’nın kontrolünü ele geçirmiştir. Rusya’da 20. yüzyılın başında devrimciler önemsiz bir azınlıktılar ve “deliler” olarak görülüyorlardı.[506] Bolşeviklerin de içerisindeki hiziplerden birisi olduğu Rus Sosyal Demokrat Emek Partisi birkaç yüz kişiden oluşuyordu.[507] Lenin’e göre: 22 Ocak 1905’ten önce Rus devrimci partisi bir avuç insandan ibaretti ve o günlerin reformistleri bizlere alaycı bir şekilde ‘hizip’ diye hitap ediyorlardı... . Ancak birkaç ay içerisinde tablo tamamı ile değişti. Yüzlerce Sosyal Demokrat devrimci ‘bir anda’ binlercesine dönüştü. Binler, iki üç milyon proleterin lideri haline geldi... .[508] 1905 devrimi başarısızlık ile sonuçlanmıştı, fakat başarılı olan 1917 devrimine giden yolun açılmasına yardımcı olmuştu. Yine de 1917 yılına kadar Bolşevikler zayıf kalmışlardır. Birinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiği 1914 yılında St. Petersburg komitelerinin yedi üyesinden üçü polis ajanıydı ve kısa süre sonra Bolşeviklerin merkezi operasyonu Duma’daki (Rus parlamentosu) Bolşevik delegelerin tutuklanması ile dağılmıştı.[509] 1917’nin başlangıç aşamalarında Bolşevik liderler sürgündeydiler ve dağılmış durumdalardı, hiç kimse (muhtemelen polis istisna olmak üzere) onlarla ilgilenmiyordu.[510] Fakat bir yıldan daha kısa bir zamanda devasa Rus İmparatorluğu’nun -dünya kara yüzeyinin altıda biri gibi bir alan- hakimi haline geldiler. Bolşevikler, devrimin patlamasından çok daha önce kendilerini hazırlamışlardı; disiplinli, amaçlı, yüksek motivasyona sahip, iyi yönetilen ve toplu hareket eden bir profesyonel devrimciler kadrosu kurmuşlardı. Bolşevikler etkili birer organizatördüler ve toplumsal dinamiklerin yapısını diğer herkesten daha iyi anladıklarından başarılı politikalar formüle ettiler. En büyük rakipleri ve çok daha kalabalık olan Sosyal Devrimciler bu niteliklerden yoksundular.[511] “Menşeviklerin ve Sosyal Devrimciler’in propagandası dağınık, kendi içinde çelişkili ve çoğunlukla suya sabuna dokunmayan bir tarzda iken, Bolşeviklerin ajitasyonu, konsantre yapısı ve iyi düşünülmüş karakteri ile öne çıkıyordu.”[512] Trotsky, bir bölgede üç ya da dört Bolşevik’in çok daha kalabalık fakat çekingen Sosyal Devrimci organizasyona nasıl galebe çaldığından bahsetmektedir.[513] “Bolşeviklerin, sahip oldukları teknik kaynaklar ile oluşturdukları politik ağırlık arasındaki dengesizlik, partinin az sayıdaki üyesi ile sahip olduğu etkinin devasa büyüklüğü arasındaki farkta ifadesini bulmuştur.”[514] Bu sırada “burjuva-demokratik” reformistler (Kerensky ve benzerleri) yarışta dahi değillerdi. Çünkü bir birlikleri yoktu ve tek noktaya yoğunlaşmış bir amaçtan yoksundular. Rusya’yı 1917 yılında kasıp kavuran coşkulu kalkışma dalgasında nelerin mümkün olabileceğinin farkında değil gözükmekteydiler. Rusya’da kalanlar kadarı ile Eski Çar Rejimi’nin savunucuları ise tamamen bir kaos içerisindeydiler ve psikolojik olarak yenilmiş durumdaydılar. Tüm bunların bir sonucu olarak Bolşevikler, tüm rakiplerini alt etmiş ve Rusya’daki egemen politik güç haline gelmişlerdir. Tüm bunlar, Bolşeviklerin Rusların çoğunluğunun -bırakın aktif desteği- desteğine dahi sahip oldukları anlamına gelmemektedir. Köylülerin desteği en iyi ihtimalle sallantılıydı ve Bolşevikler onlara istediklerini (geçici olarak) verdiği müddetçe geçerliydi.[515] Fakat Bolşevikler Ekim 1917’de[516] iktidarı ele geçirdiklerinde onlara karşı yegane organize ve efektif direniş Rusya’nın dışından, devrime karşı çıkan çok sayıdaki göçmenden gelmiştir. Bu kişiler karşı devrimci ordular oluşturmuşlar ve dış güçlerden aldıkları destekle Bolşevikleri söküp atmak için Rusya’yı işgal etmişlerdir. Takip eden 1918-1920 İç Savaşı’nda “Kızıl ordudaki kaçakların sayısı anormal derecede yüksekti. Trotsky kaçakların önüne geçebilmek için gerçek anlamda bir terör rejimi uygulamıştır. Buna, birliklerin gerisine makineli tüfek ekipleri yerleştirerek geri çekilen birlikleri vurma emri vermesi de dahildir.”[517] Fakat tabii ki Bolşevikler, büyükçe bir azınlığın sadık desteği olmadan gönülsüz bir çoğunluğun üzerinde uzun süreli bir kontrolü devam ettiremezlerdi. O makineli tüfeklerin arkasındakiler Bolşeviklerin davasına bağlı olmasalardı Trotsky’nin emirlerini dinleyip kendi arkadaşlarını vurma konusunda o kadar istekli olmazlardı. Bununla birlikte Bolşevikler, kendi azınlıklarını iyi organize etmişler ve disiplinli tutmuşlardır[518] ve sonuçta kendileri kadar iyi organize olmayan işgalciler karşısında galip gelmişlerdir.[519] Rus Devrimi’nin en önemli hadiselerinin St. Petersburg’da gerçekleştiğini fark etmek önemlidir. Bu durum, Şubat 1917’de kendiliğinden patlak veren ayaklanmada da, Bolşeviklerin Ekim ayında iktidarı ele geçirdikleri ayaklanmada da geçerlidir. Böylece Bolşevikler, çabalarını tek bir şehirde yoğunlaştırabilmişlerdir. Bir kez St. Petersburg’da galip geldiklerinde ülkenin kalanı görece olarak kolaydı.[520] Bu, tek ve en kritik noktadaki zaferin, toplumun tamamında iktidarı ele geçirmek konusunda mükemmel bir başlangıç oluşturabileceğini göstermektedir—sayıca küçük bir devrimci hareketin başarılı olabilmesini sağlayan başka bir sebep. **11.** Özetlemek gerekirse, teknolojik sisteme karşı bir devrimin olası şeması aşağıdaki gibi olacaktır: A. Küçük bir hareket, koyu ve bu işe adanmış bir devrimciler kadrosu, kendi organizasyonunu ve disiplinini geliştirerek içsel kuvvetini inşa edecektir. Bu hareketin dünyanın en önemli ülkelerinde çeşitli dalları olması gerekir. Mesela ABD, Çin, Batı Avrupa, Rusya, Latin Amerika ve Hindistan. Hareket her ülkede fikirlerini yayarak devrimin yolunu açacaktır— popülerliği için değil sağlamlığı için seçilecek fikirler. Hareket en tavizsiz devrimci tutarlılığı göstermek için uğraşacaktır ve kendisinin, mevcut sisteme karşı olan gruplar içerisindeki en etkili grup olduğunu kanıtlamaya çalışacaktır. B. Genel nüfus içerisindeki büyükçe bir azınlık devrimcilerin fikirlerinin bazı noktalarda haklı olduğunu düşünecektir. Fakat bu azınlık, bunun için hiçbir mantıklı sebepleri olmasa dahi sırf alışılmış yaşam biçimlerini değiştirmek istemediklerinden ya da korkaklıkları ve pasiflikleri sebebiyle devrimcilerin çözümünü kabul etmeyecektir. C. Sonunda bir kriz anı ya da sistemin işleyişinde devrimcilerin bir kriz yaratmalarına imkan sağlayan bir bozukluk ortaya çıkacaktır ve bu durumda insanların alışıldık yaşam biçimlerini devam ettirmeleri artık mümkün olmayacaktır. Sistemin insanların fiziksel ve psikolojik ihtiyaçlarını karşılama kabiliyeti öylesine zarar görecektir ki, pek çok kişi umutsuz ve kızgın bir hale gelirken çoğu kişi mevcut toplumsal düzene olan tüm saygısını ve güvenini kaybedecektir. Umutsuzluk ve kızgınlıkları kısa sürede çaresizlik ve boşvermişliğe dönüşecektir—eğer devrimciler bu noktada devreye girip, bir amaç duygusu ile onları canlandırıp organize ederek, korkularını, umutsuzluklarını ve kızgınlıklarını pratik bir eyleme kanalize etmezlerse. Bu insanlar umutsuz ve kızgın olacaklarından ve devrimciler tarafından motive edileceklerinden, karşılaşacakları riskler, ne kadar büyük olursa olsun sistemi alaşağı etme çabalarından onları alıkoymayacaktır. D. Yine de devrimci hareket muhtemelen nüfusun çok küçük bir azınlığının aktif desteğini kazanabilecektir. Büyük çoğunluk, ya umutsuz ve çaresiz ya da sadece kendi canını kurtarma derdinde olacaktır; yani sistemi savunmak için harekete geçmeyecektir. E. Bu arada yerleşik otoriteler şaşkınlık içerisinde olacaklardır, büyük bir korkuya kapılacaklardır ya da cesaretleri kırılmış olacaktır. Bu yüzden efektif bir savunma organize edemeyeceklerdir. Sonuçta güç devrimcilerin elinde olacaktır. F. Devrimciler bir ulusta iktidarı ele geçirdiklerinde -örneğin Birleşik Devletler’de-, küreselleşme günümüzde olduğundan çok daha ileri bir aşamada olacaktır ve uluslar şimdikinden çok daha fazla oranda birbirine bağlı olacaklardır.[521] Bu sebeple, devrimciler ABD’de teknolojik sistemi ani bir şekilde durdurduklarında, tüm dünya ekonomisi ciddi bir şekilde sarsılacaktır ve ortaya çıkan akut kriz tüm ulusların anti-teknolojik devrimcilerine ihtiyaç duydukları fırsatı sunacaktır. G. Belirleyici eylemin zamanı geldiğinde (yukarıda C’de olduğu gibi) devrimciler bunun farkına varmalıdırlar ve herhangi bir tereddüt, bekleme, şüphe veya kararsızlık göstermeden nihai hedeflerine ulaşmak için bastırmak zorundadırlar. Bu noktanın anlaşılması çok önemlidir. Tereddüt ya da kararsızlık hareketi bir karmaşıklığa sokacak ve üyelerinin kafasını karıştırıp cesaretlerini kıracaktır. (Bu noktaya birazdan tekrar döneceğiz.) Yukarıda bahsettiğimiz muhtemel şema oldukça geniş ve geneldir ve devrimci başarıya giden birçok yolu kapsayabilir. Yine de, tarihsel olayların tahmin edilemez karakteri düşünüldüğünde, devrimci hareketin gerçekte katedeceği rotanın yukarıda tarif edilene tam olarak uyup uymayacağı bilinemez. Fakat şema tamamı ile olasılık dahilinde olan bir şemadır ve sistemin yıkılamayacak kadar büyük ve güçlü olduğunu düşünenler için bir cevap sunmaktadır. Üstelik A’da kısaca bahsettiğimiz hazırlık çalışması, bir hareketin gerçekleştireceği devrime giden hemen her türlü rota için geçerli olacak bir aşamadır. **12.** Yukarıda bahsettiğimiz G maddesine dönelim: Devrimciler, belirleyici eylem anı geldiğinde hiçbir tereddüt ve kararsızlığa düşmemelidirler. Hareketin liderleri bu anın gelişini fark edecek kadar öngörülü olmalıdırlar. Trotsky, devrimci bir atmosferde toplumun ayaklanmaya hazır olduğu birkaç hafta ya da en fazla birkaç ay ile sınırlı belirli bir zaman aralığı olduğunu söylemektedir. Bir ayaklanma başlatmak üzerine yapılacak herhangi bir girişimin bu zaman dilimi içerisinde gerçekleştirilmesi gerekir, aksi halde fırsat kaçırılmış olur.[522] Trotsky böyle söylemektedir ve bunun genel bir kural olarak doğru olduğunu kabul edebiliriz. (Tabii ki bu tarz tüm kuralların istisnaları vardır.) Trotsky sadece ayaklanmalardan bahsetmektedir, fakat aynı şeyin diğer tüm devrimci eylem biçimleri için de geçerli olduğu açıktır: Bu gibi eylemler, ancak şartlar uygunsa başarılı olarak gerçekleştirilebilir ve toplum bir kriz içerisindeyken şartlar çok hızlı bir şekilde değiştiği için doğru zamanda harekete geçilmesi oldukça önemlidir; çok erken ya da çok geç harekete geçmek başarısızlığa sebep olur. Burada, genel olarak, mevcut toplumsal düzeni alaşağı etmek için yapılacak son hamle için kitle bazında organize olmaya başlamanın en uygun zamanı ile ilgilendik. (Yukarıda C’de olduğu gibi.) Bu hamle bir ya da daha fazla ayaklanmadan oluşabilir, fakat çok yüksek bir ihtimalle yalnızca tek bir ayaklanmadan ibaret olmayacaktır. Kritik zaman aralığının tespit edilmesi zor olabilir. “Lenin aşırı ihtiyattan çok korkuyordu. Bu, on yıllar boyunca hazırlanan o tarihsel durumlardan birinin kaçıp gitmesine sebep olabilirdi.”[523] Diğer bir açıdan, eğer devrimciler erken davranırlarsa felaket bir yenilgi yaşayabilirler. Yalnızca tarihin ve devrimci teorinin detaylı bir şekilde çalışılması ve mevcut hadiselerin dikkatli ve düşünceli bir şekilde değerlendirilmesi devrime giden son hamlenin gerçekleştirilebileceği o kritik aralığın fark edilmesini sağlayacak yargı kabiliyetini geliştirebilir. Devrimcilerin, son hamle için kitle bazında organize olmaya başlanması gereken zamanı isabetli bir şekilde tespit ettiklerini varsayalım. Bu aşamaya gelindiğinde dikkat edilmesi gereken bazı prensipler bulunmaktadır. Alinsky, kitle hareketi organizatörlerinin “spesifik istekler ve cevaplar, belirlilik ve kesinlik ile hareket etmeleri gerektiğini” vurgulamaktadır. “Aksini yapmak organizasyon ve eylemi zedelemek olacaktır. Çünkü organizatörlerin belirsizlik olarak kabul ettikleri şey, [organize etmeye çalıştıkları kişilerce] korkunç bir kaos olarak algılanacaktır.”[524] Trotsky “kararsızlığa” karşı uyarmaktadır: “Devrimin partisi tereddüt etmemelidir—tıpkı hasta bir bedene bıçağını sokmuş bir cerrah gibi.”[525] Trotsky burada, devrimci sürecin, mevcut toplumsal düzenin bir kriz içerisinde olduğu ve devrimcilerin onu doğrudan alaşağı etmeyi hedeflediği son aşamasından bahsetmektedir. Bu aşama boyunca momentumun korunması gerekmektedir. Alinsky, bir kitle hareketinin sürekli olarak eylem içerisinde kalması, yenilgilerden kaçınması ve rakiplerini sürekli bir baskı altında tutması gerekliliğini vurgulamaktadır.[526] Trotsky, devrimci bir sürecin yalnızca, “hareketin akışının objektif engellere takılmadığı müddetçe devam edebileceğini” söylemektedir. “Böyle bir engelle karşılaşıldığında bir reaksiyon başlar. Devrimci sınıfın farklı tabakalarındaki hayal kırıklığı ve önemsemezlik artar ve böylece karşı-devrimci pozisyonlar güçlenir.”[527] Fakat, momentumun korunması gerektiğini söyleyen prensip istisnalardan azade değildir. Devrimciler momentumu korumak adına zamanı gelmeden büyük bir eyleme girişmemelidirler. Temmuz 1917’de Bolşevikler, St. Petersburg’daki bir ayaklanmayı kasten frenlemişlerdir; çünkü doğru zamanın henüz gelmediğini düşünüyorlardı. Bu, devrimci sürecin momentumunu geçici olarak yavaşlatmış ve Bolşevikler için ciddi bir geri adım olmuştur; ancak ayaklanma denendiği taktirde oluşacak felaket ve nihai yenilginin böylece önüne geçilmiştir.[528] Bu hadisede, devrimcilerin kararlılıkla ve tereddüt etmeden hareket etmeleri gerektiğini söyleyen prensip ile uyumsuz hiçbir şey yoktur. Bolşevikler, organize edilmesinde bir paylarının olmadığı ve zamanının yanlış olduğunu düşündükleri bir ayaklanmayı önleyerek kararlı davranmışlardır. Alinsky, ahlaki belirsizliğe düşmekten kaçınmanın önemini vurgulamaktadır. Bir kitle hareketinin organizatörleri meseleleri siyah ve beyaz olarak resmetmelidirler. Kendi davaları saf, soylu ve bütünüyle iyi; düşmanlarınınki ise sadece kötü olmalıdır.[529] Hareketin tüm eylemleri bütünüyle meşru görülmelidir. Çünkü ahlaki ya da insani sebeplerden kaynaklanan bir tereddüt, diğer sebepler yüzünden yaşananlar kadar ölümcül olacaktır. Ölüm kalım mücadelelerinde[530] ahlaki ya da insani kaygılar yüzünden tereddüde düşmenin ölümcül sonuçları olabileceğini, en çok taktir gören ve Batı demokrasilerini girmiş oldukları hayati mücadelede yöneten devlet adamlarımız ve askerlerimiz de vurgulamıştır. (Amerikan İç Savaşı sırasında Lincoln ve Grant, İkinci Dünya Savaşı sırasında Churchill ve Roosevelt.) Benzer şekilde, insanları rahatsız etmekten kaçınmak adına eylemi geciktirmek ya da çekinerek hareket etmek de ölümcül bir hatadır. Örnek: Bolşevikler ve Menşevikler Rus Sosyal Demokrat Emek Partisi’nin bölünmesiyle ortaya çıkan iki devrimci hiziptiler. Trotsky, Şubat 1917’de St. Petersburg’ta gerçekleşen ayaklanmanın hemen akabinde, “Resmi Sosyal Demokrat programın Bolşevik ve Menşevikler için hâlâ ortak olduğunu ve demokratik devrimin pratik görevlerinin her iki parti için kağıt üzerinde aynı gözüktüğünü” söylemektedir. Fakat Bolşevikler hızlı bir şekilde radikal önlemler alırken, Menşevikler burjuvaziyi ve liberalleri karşılarına almamak adına beklemişlerdir.[531] Trotsky’e göre, “Uzlaşmacıların” (Menşevik ve Sosyal Devrimci liderler[532]) tavrı, genel olarak, “kaçak güreşmekti.” “Uzlaşmacılar zorluklardan kaçmaya çalıştılar. Bolşevikler ise zorlukların üzerine gittiler.”[533] Uzlaşmacıların taktikleri normal şartlarda işleyen parlamenter bir demokraside uygun olabilirdi, fakat devrimci bir durumda aynı taktikler yenilginin bir garantisiydi. Bu sebeple zirveye çıkan Bolşevikler olmuştur. Son dört paragrafta yapılan gözlemler, koyu devrimcilerin, sistem bir kriz durumuna girdiğinde kitle desteği kazanmak ve bu desteği yönlendirmek için göz önüne almaları gereken genel prensipleri sunmak amaçlıdır. Burada desteği kazanılması hedeflenen kitle, kesin olmayan durumları, ahlaki belirsizliği, yenilgileri ya da eylemsiz bekleyişleri tolere edemeyecek, kaypak bir kitledir. Hareketin ömrünün daha önceki evrelerinde, devrime giden yol sabır ve azimle hazırlanırken, koyu devrimciler -yani kendini adamış kadro-, ortaya çıkması kaçınılmaz belirsizliklere, gösterişli eylemlerden yoksun uzun zaman dilimlerine ve yaşanacak taktik yenilgilere -bir yere kadar- dayanmak zorundadırlar. Fakat devrimci süreç son aşamasına ulaştığında -devrimcilerin doğrudan sistemi alaşağı etmek üzere hamle yapacakları kriz anında-, adanmış kadro, kendi içerisindekiler de dahi olmak üzere tüm belirsizlikleri, tereddütleri, kararsızlıkları ve şüpheleri ortadan kaldırmalıdır. Bunun sebeplerinden bir tanesi, bu iç tereddütlerin devrimcilerin kitle tabanına da yansıyacak olmasıdır. Diğeri, bu kritik zaman diliminde kendini adamış kadronun hızlı, kararlı ve koordineli bir şekilde hareket etmesinin önemidir. Böyle bir hareket tarzı, kadro içerisinde tereddütler ve anlaşmazlıklar olması halinde imkansızdır. Tereddütlerin ve anlaşmazlıkların uzun sürmesi durumunda en derin bağlılığa sahip devrimciler dahi cesaretlerini kaybedebilirler. Tabii ki pratikte, muhtemelen sistemi alaşağı etmek üzere yapılan son hamlede dahi, devrimci liderler arasında tereddütler ve anlaşmazlıklar ortaya çıkacaktır. Devrimcilerin bu ihtilafları çabucak ve bütünüyle çözmesi gerekir. Ancak bu şekilde eylemlerinde birlik olabilirler ve kitle tabanlarına tutarlı, net ve kararlı bir liderlik sunabilirler. “Bolşevik Partisi’nin kendine olan güveni anlaşmazlıkların, dalgalanmaların, hatta yol ayrımlarının yokluğunda kendisini göstermemiştir; fakat en zor koşullar altında dahi iç krizler yolu ile kendini toplamayı başarabilmesinde ve olayların akışına müdahale fırsatlarını iyi bir şekilde değerlendirebilmesinde göstermiştir.”[534] Okuyucu, her zaman olduğu gibi, gerçek dünyadaki olayların tahmin edilemeyeceğini unutmamalıdır. Yukarıdaki paragraflar mekanik olarak uygulanabilecek katı kurallar ortaya koymamaktadırlar; yalnızca genel prensipler sunmaktadırlar. Prensiplerin, devrimci politikanın pratiğinde ortaya çıkacak somut durumlara uyarlanmaları için değiştirilmeleri gerekebilir. **13.** Devrimcileri tereddüde düşürebilecek bir konudan bahsetmemiz gerek. Belirli bir süre önce bu kitabın yazarı, teknolojik sistemin çökmesi ile ortaya çıkacak kaos ortamının nükleer savaş riski yaratacağını ve devrimcilerin bu riske rağmen sistemin çöküşü için çabalamaya devam edip etmemeleri gerektiğini soran bir mektup almıştır. Cevap, devrimcilerin böyle bir risk karşısında korkup geri çekilmemeleri gerektiğidir. İlk olarak, nükleer silahların istikrarlı olmayan ya da sorumsuz ülkelere (Pakistan, Kuzey Kore, İran, muhtemelen Myanmar vb.) yayılması devam etmektedir ve bu durumun kesin olarak engellenmesi mümkün gözükmemektedir.[535] Bu yüzden, teknolojik sistem varlığını sürdürdüğü müddetçe nükleer savaş riski artarak devam edecektir; sistem ne kadar çabuk çökerse uzun vadede nükleer savaş riski o kadar daha az olacaktır. İkinci olarak, pek çok kişi büyük bir nükleer savaşın insan ırkının ve memeli türlerin çoğunun yok olması ile sonuçlanacağını düşünse de bu varsayım muhtemelen yanlıştır. Böyle bir savaşın sonuçlarının korkunç olacağına şüphe yoktur. Fakat bu meseleleri ciddi bir şekilde çalışan kişiler, bu tarz bir savaşın sonucunda memeli türlerinin çoğunun ortadan kalkacağına ya da insan ırkının yok olacağına inanmamaktadırlar.[536] Üçüncüsü, eğer teknolojik sistemi mantıki sonuçlarına ulaşmaktan alıkoyacak bir müdahale yaşanmazsa sonuçta ortaya çıkacak durum, yüksek ihtimalle, bugün bildiğimiz anlamı ile karmaşık yaşam formlarının yaşamayacağı bir gezegen olacaktır. İkinci Bölüm, IV. Kısım’a bakınız. Dolayısı ile, büyük bir nükleer savaş ve sistemin mevcudiyetinin devamı arasında bir seçim yapmamız gerekirse nükleer savaşı kötünün iyisi olarak seçmek mecburiyetindeyiz. Dördüncü olarak, eğer sistemin savunucularının, bizi nükleer savaş tehdidi ile ya da diğer başka kötü sonuçlar ile caydırmasına izin vereceksek bu işten vazgeçebiliriz. Devrimci bir hareket, hedefine ulaşmaya yönelik çabalarının kararsızlıklar ya da çeşitli koşullar ile sınırlandırılmasına izin verirse başarılı olamaz. Çünkü bunların kritik zamanlarda ölümcül tereddütlere sebep olması kaçınılmazdır. Devrimcilerin kendilerine koydukları hedef, sistemin hangi şartta olursa olsun çöküşü olmalıdır. Bir karar vermek zorundasınız: Teknolojik sistemin ortadan kaldırılması, bunun getireceği tüm umutsuz risklere ve korkunç felaketlere değer mi? Eğer bu soruyu “evet” olarak yanıtlayacak cesaretiniz yoksa modern dünyanın zorlukları ve kötülükleri hakkında sızlanmayı bırakıp bunlara uyum sağlamaya çalışmanız daha iyi olur, çünkü sistemin topyekun bir çöküşünden daha azını içeren hiçbir çözüm şu anda içinde bulunduğumuz yoldan bizi çıkaramayacaktır. **14.** Sistem büyük bir krizin içerisine girdiğinde takip edilmesi gereken devrimci eylem biçiminin ne olması gerektiği hakkında 12 ve 13. Kısımda bazı prensipler önerdik. Geriye, hareketin devrime giden son hamleyi yapması için sahip olması gereken gücü oluşturacağı uzun hazırlık sürecinin tartışılması kalmıştır. Devrimci bir durumda zafer, -1. Kısım’da vurguladığımız gibi- temel olarak sayılar ile değil toplumsal hareketlerin dinamikleri ile belirlenir. Sayıca küçük hareketlerin başarılı devrimler başlattıkları örnekleri 10. Kısım’da inceledik. Küçük fakat iyi organize olmuş[537], birliğini sağlamış ve kendini derinden adamış bir hareket, bu karakteristiklere sahip olmayan çok daha büyük bir harekete göre daha fazla başarı şansına sahiptir. Başka bir deyişle, nitelik nicelikten daha önemlidir.[538] Bu sebeple, organizasyon gelecek devrim için gücünü oluştururken üye sayısını artırmaya yönelik hedef kendisini tamamı ile davaya adayacak yüksek vasıflı kişileri harekete katma hedefinden çok daha sonra gelmelidir. Üyelerin bağlılıkları tam olmalıdır, başka bir meseleye duydukları rakip bir sadakatleri olmamalıdır. Devrimci organizasyonun üyeliği mümkün olduğunca bu tarz insanlar ile kısıtlı tutulmalıdır, bu yüzden üye alımında seçicilik esastır.[539] **15.** Eğer devrimcilerin hedefi teknolojik toplumun topyekun ortadan kaldırılması ise bu toplumun değerlerini ve ahlakını bir kenara bırakmaları ve bunları yeni değerlerle ve devrimin amaçlarına hizmet edecek tarzda tasarlanmış yeni bir ahlak anlayışı ile değiştirmeleri gerekir.[540] Trotsky bu durumu şu şekilde ifade etmektedir: Bolşevizm, kendi fikirlerini ve ahlaki yargılarını, mevcut toplum ile bağdaşmayacak tarihsel hedefler uyarınca bir kenara bırakan otantik devrimci tipini ortaya çıkarmıştır. Bolşevik Parti yalnızca politik bir düzlem değil, ayrıca burjuva toplumsal fikirlerden bağımsız ve onlara tavizsiz karşı olan ahlaki bir düzlem de yaratmıştır. Bolşevikler yalnızca bu şekilde kendi bünyelerindeki kararsızlıkları aşmış ve Ekim devriminin onsuz başarılamayacağı eylem anındaki o cesur kararlılıklarını geliştirmişlerdir.[541] Devrimci harekete uygun üyeler yalnızca, eski değerleri ve ahlakı bir kenara bırakmaya ve yerine devrimci değerleri ve ahlakı kabul etmeye hazır kişilerden oluşacaktır. Devrimci mesaj genel kamuoyuna hitap etmemelidir, devrimci organizasyonun adanmış üyeleri olabilecek potansiyele sahip küçük bir azınlık olan kişilere hitap etmelidir ve bu kişiler için tasarlanmalıdır. **16.** Buradan çıkan sonuç şudur: Devrimciler, hiçbir zaman, popülerlik uğruna ya da genel kamuoyunun ahlaki ve diğer bazı hassasiyetlerini zedelemekten kaçınmak uğruna, aşırı pozisyonlarından taviz vermemelidirler.[542] Devrimci organizasyon insanların kalbini kırmamak için mesajını sulandırırsa ya da bazı noktalarda geri çekilirse kendi üyelerinin cesaretini kırıp onların saygısını kaybedecektir ve organizasyona olan sadakatlerini sarsmış olacaktır. En iyi özelliklere sahip potansiyel katılımcıların saygısını kaybederken, organizasyona tamamı ile bağlanamayacak birçok kişiyi kendisine çekecektir ve aynı zamanda genel kamuoyunun da saygısını kaybedecektir. Devrimci bir organizasyonun amacı sevilmek değil saygı uyandırmak olmalıdır, nefret ve korku uyandırmaktan çekinmemelidir. Mao, devrimci bir organizasyondan duyulan nefreti onun etkililiğin bir işareti olarak görmüştür.[543] Kriz zamanı geldiğinde ve insanların mevcut toplumsal düzene olan tüm güvenleri kaybolduğunda, insanlar tüm umutlarını kaybedip kızgın olduklarında, pek çok kişinin başvuracağı yer bu tarz bir organizasyon olacaktır. **17.** Devrimciler, sistem krize ulaştığı anda etkili ajitatörler, propagandacılar, organizatörler ve liderler haline gelmeyeceklerdir. Bu yetenekleri, krizin gelmesinden çok daha önce pratik tecrübe yolu ile geliştirmeye başlamaları gerekir. Böyle bir tecrübe edinebilmek adına, teorilerinin merkezindeki teknoloji probleminin çevresinde yer alan politik çabalara katılmak zorundadırlar. Örneğin anti-teknolojik bir organizasyon, özel öneme sahip kimi çevre problemleri adına diğer gruplar ile işbirliği yapabilir—yine de devrimciler, çevresel meselelerin yalnızca bir yan uğraş olduğunu ve uzun vadeli hedefin teknolojik sistemin topyekun ortadan kaldırılması olmak zorunda olduğunu açık bir şekilde belirtmelidirler. Devrimci organizasyon, katıldığı tüm bu aktivitelerde kendisinin diğer gruplardan daha kararlı ve daha etkili olduğunu kanıtlamalıdır. Eğer organizasyon üstün etkililiğini daha önceden kanıtlamışsa bir kriz anında kitle desteğini kazanması daha kolay olacaktır. “Mücadele sırasında geniş kitleler, bizim diğerlerinden daha iyi savaştığımıza, meseleleri daha iyi okuduğumuza, diğerlerinden daha gözü pek ve kararlı olduğumuza bizzat şahit olarak ikna olmalıdırlar.”[544] Devrimcilerin pratik tecrübe kazanabilecekleri bir başka yöntem anti-teknolojik çalışmalara adanmış bir gazete ya da derginin çıkarılmasıdır. Lenin şöyle yazıyor: Bir gazete yalnızca kolektif bir propagandacı ve kolektif bir ajitatör değil, aynı zamanda kolektif bir organizatördür. Bir gazetenin etrafında ve onun yardımıyla, yalnızca yerel aktiviteler ile değil aynı zamanda düzenli ve genel işlerle ilgilenen bir organizasyon kendiliğinden gelişecektir. Gazete, dikkatli bir şekilde pratik hadiseleri takip etmeyi, bu hadiselerin önemini ve nüfusun çeşitli kesimleri üzerindeki etkisini değerlendirmeyi ve bu olayları devrimci parti aracılığı ile etkilemenin metotlarını geliştirmeyi üyelerine öğretecektir. Gazeteye düzenli olarak malzeme sağlamak ile ilgili saf teknik problem ve gazetenin düzenli dağıtımının gerçekleştirilmesi, aralarında yakın bağlantılar bulunan bir uygulayıcılar ağının oluşturulmasını gerekli kılacaktır.[545] Elbette, günümüzde bir gazete ya da dergi yalnızca basılı olarak değil fakat aynı zamanda internette de yayınlanacaktır. Hatta muhtemelen yalnızca internette yayınlanacaktır. **18.** Devrimci organizasyon, etkili olabilmek için eylem birliğine sahip olmalıdır. Fidel Castro’nun söylediği gibi, “Hiç kimse, ilk görüş ayrılığında kendi yollarına giden, makineyi bozup yok eden düzensiz adamlardan oluşan bir organizasyondan yararlı bir şey bekleyemez.” Bu sebeple Castro, disipline büyük önem vermiştir.[546] Stalin, “irade birliğinin” ve “Parti’nin tüm üyeleri arasındaki mutlak ve tam eylem birliğinin” gerekliliğini vurgulamıştır. Bu bağlamda taktire şayan bir teori geliştirmiştir: Elbette birlik, Parti’de hiçbir zaman görüş ayrılığı olmayacağı anlamına gelmemektedir. Demir disiplin, tam tersine, eleştiri ve ihtilafın olmaması değil, olması gerektiğini söyler; disiplinin ‘kör’ bir disiplin olacağı anlamına ise hiç gelmez. Tam aksine demir disiplin, bilinçli ve gönüllü boyun eğmeyi gerektirir; çünkü yalnızca bilinçli disiplin, demir disiplin olabilir. Fakat bir tartışma sona erdikten sonra, eleştiri tamamlandıktan ve bir karar alındıktan sonra, irade birliği ve eylem birliği olmazsa olmazdır. Bu olmadan Parti birliğinden ve Parti’deki demir disiplinden bahsedilemez.[547] Stalin’in öncelikli olarak ilgilendiği şeyin kendi gücünü korumak olduğunu söylememize gerek yoktur. Ve bu yüzden, yukarıdaki teorinin demokratik yanlarının pratikte uygulanmasına hiçbir zaman izin vermemiştir. Fakat bu durum bizi, teorinin kendisinin -kararların organizasyon çapındaki özgür tartışma ve eleştiri sonrasında alınması ve karar alındıktan sonra üyelerin bu karara kendi fikirleri ile aynı doğrultuda olsun olmasın uymaları gerektiği- devrimci organizasyonların uygulaması gereken harika bir teori olduğunu fark etmekten alıkoymamalıdır. Muhtemelen Nelson Mandela da Stalin’in teorisi ile aynı fikirde olurdu. (Stalin’in pratik uygulamaları ile değil elbette.) Çünkü Afrika Ulusal Kongresi bünyesinde “demokrasi olması gerektiğine tutkulu bir şekilde inanmıştır.”[548] Ancak yine de parti disiplininde ısrarcı olmuştur. Organizasyon tarafından bir karar verildiğinde, tüm üyeler ona uymak zorundadır. “Kendi iradesini harekete bağımlı kıldığından, başkalarının da aynı şeyi yapması gerektiği konusunda kararlıydı.”[549] Fakat bu teorinin, pratik açılardan, göründüğü kadar demokratik olmadığı kabul edilmelidir. İlk olarak, pek çok kararın, alt kadrolar ile tartışacak zaman olmadan, çabucak alınması gereklidir. Organizasyon, bu kararları almakta yetkisi olan bir yönetici organa sahip olmalıdır ve alt kadroların bu şekilde alınmış kararlara uyması gerekir. İkinci olarak, yeterli zaman olsa dahi organizasyon, birçok kararın üyelerin pek çoğunun bir tarafta diğer pek çoğunun öbür tarafta olduğu basit kelle sayısı ile alındığı bir durumda efektif bir şekilde çalışamaz. Demokratik hassasiyetlerimize ne kadar aykırı olursa olsun, açık gerçek, bazı kişilerin organizasyonun işleyişi ile ilgili diğerlerinden çok daha fazla bilgiye ve tecrübeye sahip olacak olmalarıdır. Organizasyonunun her üyesinin fikri dinlenmelidir, fakat karar vermenin ana sorumluluğu en iyi bilgiye ve en yüksek seviyede politik ve organizasyonel yeteneklere sahip üyelerden oluşan görece az sayıdaki liderler grubunda olmalıdır.[550] Bu sebeple etkili bir devrimci organizasyon, hatırı sayılır seviyede bir hiyerarşi ve disipline ihtiyaç duyacaktır. Günümüz dünyasının sözde “demokratik” ülkeleri gerçekte politik partiler tarafından yönetilirler. Bu partilerin en demokratik olanlarında dahi kararlar, aşağı kadronun fikirlerine ancak verilmesi gerektiğini düşündükleri kadar değer veren sınırlı bir liderler iç halkası[551] tarafından alınır. Gerçek demokrasiye yaklaşan bir durum, göçebe pigme Afrika kabileleri gibi, çok küçük ölçekte örgütlenmiş toplumlarda mümkün olabilir.[552] Herhangi bir modern, geniş ölçekli toplumda, gerçek bir içsel demokratik yapıyı korumaya çalışan bir politik organizasyon kendisini güçsüzlüğe mahkum edecektir. **19.** Birlik olmanın önemini vurgulamamız devrimci bir organizasyonun prensipler, strateji ya da taktiklerdeki görüş ayrılıklarına rağmen hiçbir zaman bölünmemesi gerektiği gibi yanlış bir yoruma sebep olabilir. Tabii ki bir hizip, küçük sebepler yüzünden ya da ihtilafları tartışma ile çözmenin yolları bulunuyorken ya da rakiplere karşı birleşik bir cephe sunmanın ani bir ihtiyaç olduğu durumlarda ana organizasyondan ayrılmamalıdır. Fakat bir organizasyon, önemli noktalara varan bir soru üzerinde sürekli ve giderilemeyen bir ihtilafı bünyesinde barındırıyorsa gerçek ve anlamlı bir bütünlüğe sahip değildir. Devrimci organizasyonun üyeleri arasında bu tarz bir anlaşmazlık ortaya çıkarsa ve bu anlaşmazlığın makul bir zaman dilimi içerisinde çözülmesinin imkanı yoksa bu durumda muhalif hizbin ana gruptan ayrılması genellikle daha iyidir. Böylece, ana grup ve hizbin kendi bağımsız bütünlüklerini koruması mümkün olacaktır. Eğer azınlık yanlışsa muhtemelen zayıf kalacaktır ve bu durumda ana grup devrim yolunda ilerleyecektir. Diğer taraftan, azınlığın pozisyonunun doğruluğu pratikte kanıtlanırsa bu durumda azınlık zaman olgunlaştığında liderliği devralacaktır ve ana grubu tarihin çöplüğüne gönderecektir. Lenin “azınlık olmaktan korkmamalıyız”[553] demiştir ve doğru olduğunu düşündüğü şekilde davranmaktan hiçbir zaman çekinmemiştir. Trotsky, Lenin’in, diğer Bolşevikler ne düşünürse düşünsün doğru bildiği çizgiyi takip etmekte her zaman ısrarcı olduğunu belirtmiştir. Lenin, doğru pozisyonda olan küçük bir azınlık olmayı daha geniş bir desteğe sahip olmak adına uzlaşmaya tercih etmiştir.[554] Böylece Lenin ve Bolşevikleri, Sosyal Demokrat Parti bünyesinde bir azınlık olmalarına rağmen, rakipleri olan Menşeviklerden ayrılmışlardır (pratik olarak 1903’te, resmi olarak 1912’de) ve kendi yollarına gitmişlerdir.[555] Seçtikleri yolun doğru yol çıkması ile sonunda Menşeviklere galebe çalmışlardır. Birinci Dünya Savaşı 1914 yılında patladığında Lenin, savaş karşıtı bir pozisyon belirlemiş ve bunu savunmuştur. Hatta, “emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürmek” çağrısında bulunmuştur. Bu konuda onu tek destekleyenler savaş karşıtı sosyalistler içerisinde küçük bir azınlık olan “en yakın” yoldaşları olmasına rağmen bu pozisyonda ısrar etmiştir. Üstelik savaş karşıtı sosyalistler de uluslararası sosyalist hareketin çok ufak bir parçasıydılar.[556] Lenin ve azınlığı sonunda galip çıkmıştır, çünkü Lenin’in politik durum hakkındaki değerlendirmeleri diğer sosyalistlerden daha doğru çıkmıştır. Lenin 1917 baharında “Nisan Tezleri”ni ilan ettiğinde, Lenin’in “geçici bir sapma” içerisinde olduğunu düşünen Bolşevik liderler bu tezleri olumsuz karşılamışlardır.[557] Fakat Lenin ısrarcı olmuştur ve birkaç hafta sonra partiyi kendi fikirleri eksenine getirmekte başarılı olmuştur.[558] Çok benzer bir süreç o yılın Ekim’inde de yaşanmıştır. Başlangıçta Bolşevik liderler Ekim ayaklanmasına karşı çıkmışlardır, fakat Lenin çoğunluğa karşı ve sonunda başarıya ulaşacak bir şekilde Rusya’da Bolşevikleri iktidara getiren ayaklanmayı savunmuştur.[559] Lenin’in bu ihtilaflardan galip çıkmasının tek sebebi politik olayları yargılama kabiliyetinin rakiplerinden daha iyi olmasıdır. Eğer rakipleri daha etkili politikaları savunmuş olsalardı sonuçta onlar galip gelirlerdi ve Lenin unutulurdu. Lenin’in politik bir deha olduğuna şüphe yoktur. Bu yüzden politik yargıları konusunda küstahlığa varacak derecede kendisine güveniyordu. Aynı ölçüde yetenekli olmayan bizler, devrimci hareketteki bir ayrılık konusunda daha dikkatli olmalıyız. Yine de, farklı hizipler arasında derin ve giderilemeyecek görüş ayrılıkları net olarak ortaya çıktığında hareketin bölünmesi genel olarak daha hayırlı olacaktır. **20.** Devrimci bir hareketin kendine güvenmesi gerekir. Alinsky, uzun ve başarılı toplumsal/politik aktivistlik kariyeri boyunca kullandığı tekniklerden bahsederken, bir organizatörün kendine güven duyması gerektiğini[560] ve organize ettiği insanlara da bu güveni aşılaması gerektiğini vurgulamaktadır. İnsanların büyük değişimler gerçekleştirme konusunda kendilerine güvenleri yoksa pasif ve ilgisiz olacaklardır; fakat kendi güçlerine güven duymaları sağlandığında enerjik, aktif ve etkili bir hale geleceklerdir.[561] Trotsky, Bolşeviklerin “kendi haklı davalarına ve zaferlerine olan inançlarının” önemini belirtmiştir.[562] Uluslararası komünist hareket de -Bolşeviklerin devamı- “davanın zafere ulaşacağına yönelik inancın” önemine vurgu yapmıştır.[563] Fidel Castro on ya da on beş kişi ile bir devrim başlatabileceğini (yukarıda 10. Kısım’a bakınız) iddia ettiğinde, bu iddiaya önemli bir koşul eklemiştir: Bu kişilerin “mutlak inanca” sahip olmaları gerekir; muhtemelen bununla kastettiği nihai zaferin elde edileceğine yönelik mutlak bir inançtır. “Mutlak inanç” terimine bir miktar şüphe ile yaklaşmak gerekir. Marksizmin bilimsel olma iddiası ve bilimin olağanüstü prestiji sebebiyle, 19 ve 20. yüzyıldaki pek çok Marksistin proleter devrimin nihai zaferine mutlak bir inanç duymuş olmaları şaşırtıcı değildir. Fakat günümüzdeki bilgili insanlar daha sofistike ve daha şüphecidirler. Eğer onlara, hareketinizin başarıya ulaşmasının kesin olduğunu söylerseniz ya tamamı ile irrasyonel kişileri ya da olağanüstü naifleri kendinize çekersiniz. Belki de Castro’nun “mutlak inanç” ile kastettiği şey zaferin kesinliğine yönelik doğrudan bir inanç değil psikolojik bir ruh hali idi: Neşeli bir kendine güven ve öznel bir güçlülük hissi. İnsanları sınırlarına kadar kendini zorlamaya, tekrar eden yenilgilerden yılmamaya yönlendiren ve başka insanların aşılamaz addedecekleri zorluklar karşısında mücadeleye devam etmeleri yönünde onları cesaretlendiren nitelikler. Bu ruh hali, başarıya olan mutlak bir inanca ihtiyaç duymaz. Eğer yeteri kadar sıkı ve uzun çalışılırsa ve yeterli enerji, cesaret, irade, yetenek ve kararlılık gösterilirse başarı şansının çok yüksek olacağına dair inancı içerir. Böyle bir inanca rasyonel olarak sahip olunabilinir. Kendine güvenin kendi kendini doğrulama eğilimi vardır, yani başarı konusunda kendine güven duymanın başarıya gerçekte de ulaşılmasını sağlama eğilimi vardır. Devrimci bir hareketin başarısının önemli faktörlerinden -eğer en önemlisi değilse- bir tanesi kendine olan güvendir. İnanç derin bir adanmışlığa götürür, kahramanca çabalara ve olağanüstü zorluklar karşısında dirayete ilham verir. Böyle bir inanç ve bağlılığa sahip bir hareket, imkansız olduğu düşünülen şeyler başarabilir. Yukarıda 10. Kısım’da, “çılgın” olarak görülen küçük grupların, başlangıçta imkansız görünen şartlara rağmen başarılı devrimler başlattıkları örneklerden bahsettik. Yenilgi karşısında ve durumlarının umutsuz gözüktüğü hallerde dahi kendine güven ile mücadeleye devam eden ve sonunda başarıya ulaşan gruplar ile ilgili çok sayıda örnek verilebilir—birazdan bu örneklerin birkaç tanesinden daha bahsedeceğiz. İnsanların, bir işi başarmak konusunda kendilerine güven duymadıkları tersi durumlarda zor olan hiçbir şeyi başaramayacaklardır. Çünkü çabalarının olağanüstü sonuçlar getireceği konusunda çok az umudu olan kimseler kendi sınırlarını zorlamayacaklardır. Bu yüzden devrimci bir hareketin, “realist hedeflere sahip olmak amacıyla” kendisine mütevazi hedefler koyması ciddi bir yanlıştır. Yalnızca gerçek anlamda dünyayı değiştirebilecek bir hedef, zorlukları, riskleri ve fedakarlıkları kabul etmeye ve gerçek bir devrimci hareketin günümüz dünyasında başarılı olabilmesi için zorunlu olan olağanüstü çabayı sarf etmeye insanları ikna edebilir.[564] Buradan çıkan sonuç şudur: Devrimci bir hareketin belirlemesi gereken hedef, teknolojik sistemin topyekun çöküşünden daha azı olmamalıdır. Bununla birlikte hareket, üyelerinin yeterli derecede bağlılık, enerji, cesaret, irade, yetenek ve ısrar göstermesi halinde bu hedefe ulaşma şansının çok yüksek olacağını defaatle vurgulamalıdır. **21.** Önemli bir açıklama: Devrimci hareketin kendine güvenmesi gerektiğini söyleyen kural, nihai hedefine ulaşmak bağlamında kendi kapasitesine duyduğu güveni kastetmektedir—devrimi başarılı bir şekilde gerçekleştirmek. Özel proje ve eylemlerin hayata geçirilmesinde aşırı bir öz güvene sahip olmak konusunda dikkatli bir ihtiyata sahip olunmalıdır. Çünkü aşırı öz güven dikkatsizliğe ve dikkatsizlik başarısızlığa sebep olur. Lenin’in herhangi bir eylemdeki potansiyel riskleri sürekli olarak abartmasının ve planlarını ayrıntılı bir özen ile hazırlamasının sebebi budur.[565] Trotsky’nin söylediği gibi, “cesur olma hakkını elde etmek için ihtiyatlı olmak gerekir.”[566] İhtiyatlı olmak, rakibini hafife almamak konusunda dikkatli olmayı gerektirir. Rakibi hafife almak aşırı kendine güvene, aşırı kendine güven ise dikkatsizliğe ve yenilgiye götürür. Rakibi olduğundan daha büyük görmek genelde daha güvenlidir. Lenin’in politikası buydu.[567] Mao, uzun vadede düşmanı yenmek konusunda kendine güvenmenin gerekliliğini vurgulamakla birlikte, mevcut mücadele sürecinde kendine aşırı bir güven duymanın çabaların gevşemesi ile sonuçlanmaması gerektiğini de söylemiştir: Yoldaş Mao Zedung’un defalarca vurguladığı gibi, bir bütün olarak ve stratejik açıdan, devrimciler düşmanı hor görmelidirler; ona karşı savaşmak ve zaferi kazanmak konusunda cesaretli olmalıdırlar. Aynı zamanda taktiksel bağlamda her bir spesifik mücadelede düşmanı ciddiye almalı, ihtiyatlı olmalı ve mücadele sanatını dikkatli bir şekilde çalışmalı ve mükemmelleştirmelidirler.[568] Buna paralel olarak, devrimci hareketin sahip olması gereken yüksek ve dünya değiştirici hedef yalnızca nihai hedefi ifade etmektedir. Hareketin yan hedefleri -nihai hedefe giden basamakları oluşturan hedefler- ihtiyatlı ve dikkatli bir şekilde seçilmelidir. Mao, “kazanacağınızdan emin olmadığınız savaşa girmeyin”[569] tavsiyesinde bulunmuştur. Anlaşılan Mao, öncelikle askeri bağlamda düşünmektedir; fakat hangi bağlamda olursa olsun verdiği tavsiye çok dar bir anlamda yorumlanırsa pratik olarak uygulanamayacaktır. Girişilen herhangi bir işte başarı çok nadir durumlarda kesindir. Yine de devrimciler, bir proje ya da eylem üzerinde düşünürken, başarı halinde kazanılacak avantajları yenilgi ihtimali karşısında ciddi bir şekilde tartmalıdırlar. Trotsky şöyle diyor: “Her yenilgi güçler dengesini yenilenin dezavantajına olmak üzere değiştirir. Çünkü kazananın kendine güveni artar ve yenilen kendine olan inancını kaybeder.”[570] Devrimci bir hareketin sert çekirdeğinin tekrar eden yenilgiler sonrası her seferinde ayağa kalkıp mücadeleye devam edecek güvene, bağlılığa ve psikolojik sertliğe sahip olması gerekir. Fakat en derinden bağlı devrimciler dahi, sonuç olarak insandırlar ve yenilgiler ve başarısızlıklar karşısında zayıflayabilirler. Dolayısı ile yenilgi ve başarısızlık riskine yalnızca güçlü bir sebep varsa girilmelidir. **22.** Yenilginin olumsuz etkileri devrimcilerin şu gerçeği anlamaları halinde telafi edilebilir: Grubu umutsuz bir durumda bırakan yıkıcı bir yenilgiden sonra gruptan kalanlar ile birlikte çabaların kararlı bir şekilde devam ettirilmesi çok sık olarak zafer ile sonuçlanır. 877-78 kışındaki sürpriz bir saldırı ile Danimarkalı Vikingler Batı Saksonların ülkesi Wessex’in kontrolünü ele geçirmişlerdir. Direnişin beyhude olduğunu düşünen Saksonlar işgalcilere boyun eğmiştir; fakat kralları Alfred, bir avuç takipçisi ile birlikte Somerset ormanlarına kaçmış ve 878 Paskalyasında Somerset bataklıklarındaki bir adada bulunan bir kaleye yerleşmiştir. Bataklıklara ulaştıktan önce ya da sonraki bir zamanda Alfred küçük bir ordu toplamış ve kale üzerinden gerçekleştirdiği gerilla saldırıları ile Danimarkalıları rahatsız etmeye başlamıştır. Mayıs ortalarına doğru Alfred, Wessex’in komşu bölgelerinden Sakson savaşçıları çağırmış ve onlarla birlikte Danimarkalıların üzerine yürüyerek Eddington Savaşı’nda onları kesin bir yenilgiye uğratmıştır.[571] “Alfred’in anısı Orta Çağlar boyunca yaşamış ve umutsuz koşullarda zafer kazanan bir kral olarak efsaneleşmiştir.”[572] Daha olağanüstü olan Robert Bruce’un durumudur.[573] 13. yüzyılın sonlarına doğru İngiltere kralı I. Edward İskoçya’yı işgal ederek İngiliz kolonisine dönüştürmüştür. İskoçlar İngiliz yönetimine ses çıkarmamıştır. Atalarından krallık hakkını devralan Robert Bruce 1306 yılında kendisini İskoçya Kralı ilan etmiştir. Fakat üç ay içinde I. Edward’ın güçlerine bir savaşta yenilerek aranan bir kaçak konumuna düşmüş ve zaman zaman çok zor koşullar altında hayatta kalmak durumunda kalmıştır.[574] Bu noktada durumu umutsuz görünüyordu, çok az parası vardı ve birlikleri küçüktü.[575] Pozisyonunun zayıflığı “neredeyse gülünçtü.”[576] Yine de, takip eden yıllarda Bruce vahşi bir gerilla kampanyası yürütmüş, kontrol ettiği arazinin boyutlarını ve takipçilerinin sayısını gittikçe artırmış ve 1314 yılında Bannockburn Savaşı’nda İngilizleri ciddi bir yenilgiye uğratmıştır. Bu savaştan sonraki yıllarda İskoçya’nın bağımsızlığını 1328 yılına kadar resmi olarak kabul ettiremese de fiiliyatta İskoçya’nın kralı olarak hüküm sürmüştür. Bruce’un, aranan bir kaçaktan bağımsız bir krallığın yöneticiliğine yükselmesi kimileri tarafından inanılmaz[577] olarak görülmüştür. Fakat tarihte kaybedilmiş olarak görülen davaların sonunda ne sıklıkla başarıya ulaştığını bilenler için bu durum o kadar da inanılmaz değildir. Alman Sosyal Demokrat hareketi, 1878 yılının 19 Ekim’inde çıkan Sosyalist Yasa nedeniyle neredeyse ortadan kaldırılmıştır. Bu yasa aşırı bir acımasızlık ile uygulanmış ve “sosyal demokrat, sosyalist ya da komünist eğilimlere sahip her grubu yasaklamıştır.”[578] “Düşmanlarını cesaretlendirirken birçok Sosyal Demokrat’ın cesaretini kırmıştır. Hareket neredeyse tamamı ile yok olmuştur.”[579] Fakat bir yıl içerisinde en sert ve ısrarlı Sosyal Demokratlardan bazıları İsviçre’de bir gazete çıkarmaya başlamış ve bunu Almanya’ya sokmanın bir yolunu bulmuşlardır.[580] Bu sırada hareketin diğer üyeleri Sosyalist Yasa’nın arkasından dolanmalarını sağlayan legal ve illegal yöntemler geliştiriyor ve partinin organizasyonunu yeniden kuruyorlardı.[581] Böylece 1884’ün sonbaharında Alman Sosyal Demokrasisi her zamankinden daha güçlüydü[582]—üstelik hala illegal olmasına rağmen. Mao’ya göre “1931 yılında yoldaşlar gururlu ve kibirli hale gelmişlerdi. Sonuç politik çizgide oluşan ciddi bir hataydı. Bu, o zamana kadar büyük bir çaba ile inşa edilen devrimci gücün yüzde doksanının kaybedilmesine sebep olmuştu.”[583] Editörlerin notu durumu şöyle açıklıyor: Hatalı ‘Sol’ çizgi Parti’ye uzun süre (dört yıl) hakim olmuştur, Parti ve devrim için felaket sonuçlara sebep olan ciddi yenilgilere yol açmıştır. Çin Komünist Partisi, Çin Kızıl Ordusu ve onun tabanı yüzde doksan kayıp vermiştir.[584] Ancak Komünistler çabalarında ısrarcı olmuşlar, yenilgileri sonrası ayağa kalkmışlar ve bildiğimiz gibi, 1949 yılında Çin’in hakimi haline gelmişlerdir. 1970’lerin başında Güney Afrika’da AUK (Afrika Ulusal Kongresi) tamamı ile yenilmiş ve ortadan kalkmış görünüyordu.[585] Fakat örgütten geriye kalan kesim mücadeleye devam etti. Sonunda AUK gücünü tekrar kazandı ve kendisini Güney Afrika’nın hakim politik gücü haline getirdi. Günümüzde (2013) AUK ülkenin iktidar partisidir. Bolşevikler birçok ciddi yenilgi atlatmışlardır. Rus Sosyal Demokratları (Bolşevikler de bu grubun içinde yer almaktadır[586]) 1905 yılında “hükumet karşıtı gösterilerin ortaya çıkmasına yardım ettiler.” Bu ayaklanma başarısız olmuş ve “sosyal demokratlar tutuklanmış, hapsedilmiş ve sürgüne gönderilmişlerdir.”[587] O günleri yaşayanlar “devrimin öldüğünü” düşünüyorlardı. “Aydınlar arasında umutsuzluk hakim olmuştu.”[588] “Fakat Lenin başarıdan umudunu kesmemişti. Ona göre öğrenilecek yeni dersler, oluşturulacak yeni planlar, devrim için düşünülecek alternatif metotlar vardı.”[589] 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile “devrimci hareket ölmüştü. Devrimci fikirler kapalı kapılar ardında ve sesi çıkmayan ücra çevrelerde zorlukla yaşamaya devam ediyordu. O günlerde fabrikalarda hiç kimse, yalnızca tutuklanma korkusundan değil aynı zamanda gerici işçilerden dayak yeme korkusuyla da, kendisine ‘Bolşevik’ demeye cesaret edemiyordu.”[590] Daha önce bahsettiğimiz gibi (10. Kısım), Bolşeviklerin merkezi organizasyonu, Duma delegelerinin tutuklanması ile o günlerde yok edilmişti. Bolşevikler yine de mücadeleye devam ettiler ve Şubat 1917 ayaklanmalarından sonra ve Lenin’in “Nisan Tezleri”nin uygulanması ile kendilerini Rus Devrimi’nin önemli bir gücü haline getirdiler. Ancak “Temmuz Günleri” (Temmuz 1917’de vazgeçilen ayaklanma,[591] yukarıda kısım 12’ye bakınız) Bolşeviklere yeniden, daha az kararlı bir grup için ölümcül olacak bir gerileme yaşatmıştır.[592] ‘Temmuz günlerinden sonra’ diye yazıyor o günlerde Merkez Komitesi’nin bir üyesi olan V. Yakovleva ... ‘yerelden gelen tüm raporlar, tek bir ağızdan, yalnızca kitlelerin moralinde keskin bir düşüşten değil, aynı zamanda partimize yönelik kesin bir düşmanlıktan da bahsediyordu. Birçok olayda konuşmacılarımız dayak yemişti. Üye sayısı hızla düştü ve hatta kimi organizasyonlar tamamı ile ortadan kayboldu. Partiden kaçış bazı durumlarda öyle seviyelere ulaştı ki yalnızca yeni üyelerin kabul edilmesi ile organizasyon yeniden işlemeye başlamıştı.’[593] Büyük yenilgilerin her türlüsünün tehlikeli olduğunu daha önce vurgulamıştık. Ancak devrimci bir organizasyon, mutlak anlamda adanmış sert bir çekirdeğe sahip ise organizasyonun bazı durumlarda yenilgiler ile daha da güçlenmesi mümkündür. Çünkü daha zayıf üyeler böylelikle elemine olacaklardır. Organizasyonu terk etmeseler dahi başarısızlık ve zorluklar karşısındaki yalpalamaları ile kendilerinin ne olduğunu açık edeceklerdir. Böylece sert çekirdek konsolide olacaktır. Çünkü sert çekirdeğin üyeleri, organizasyonun daha zayıf üyelerinden ayrışacaktır. Trotsky Temmuz Günleri’ne referansla şunları söylüyor: Kitlelerdeki bu keskin dönüş parti kadrosunda otomatik ve bununla birlikte yanılmaz bir seçim süreci doğurmuştu. O günlerde sarsılmayan Bolşevikler gelecek günlerde mutlak olarak güvenilebilecek kişiler olduklarını kanıtlamışlardı. Atölyelerde, fabrikalarda ve bölgelerde bir çekirdek oluşturdular. Bolşeviklerin Ekim 1917’de iktidarı ele geçirmelerinin hemen öncesinde organizatörler, atamaları ve görevlendirmeleri yaparken, çok zaman akıllarına Temmuz Günleri’nde sağlam duranları getirmişlerdir.[594] Böylece Bolşevikler, Rusya’da kontrolü ele almalarının zamanı geldiğinde Temmuz yenilgisini bir avantaja çevirmişlerdi. Fakat iktidarı ele geçirmelerinden sadece birkaç ay sonra, “Beyaz” karşı devrimcilerin ve onların Batılı müttefiklerinin işgali ile yeniden topyekun bir yenilginin eşiğine gelmişlerdi: Bolşevikler yenilmek üzereydi. Buna yalnızca günler kalmış gibiydi. Pasifikten, Sibirya’nın her tarafından, Urallardan, çöküş her yandan etraflarını sarmıştı ve güçleri çökmüştü. Bolşeviklere karşı bir gönüllü ordusunun kurulmakta olduğu Ukrayna’da Almanlar hakimdi. İngilizler kuzeyden çıkarma yapmıştı ve kıtlık yaşanıyordu.[595] Bu koşullar altında yalnızca sert çekirdeğin kınlamaz kararlılığı Bolşevik Partisi’nin hayatta kalmasını sağlamıştı, hayatta kalabilmişti ve Rusya üzerindeki demir pençesini 60 yıldan fazla koruyabilmişti. Ciddi yenilgilerden sonra tekrar ayağa kalkabilme yeteneği, başarılı devrimci liderlerin karakteristik bir özelliği gibi gözükmektedir. Bu özellik Fidel Castro örneğinde açık bir şekilde görülmektedir. Mattheus, “Fidel’in yenilmez optimizminden ve savaşçı ruhundan” bahsetmektedir:[596] Kardeşi Raul’un bana söylediğine göre Fidel’in karakterinin en önemli özelliği yenilgiyi asla kabullenmemesidir. Çocukluğundan günümüze yaşamının her evresi bunun bir kanıtı olmuştur. Fidel asla vazgeçmemiştir, hiçbir zaman cesaretini kaybetmemiştir. Cesaretinin kırılmasına ve olumsuz düşüncelere karşı bağışıklığı var gibidir.[597] Fidel Castro, Lenin gibi, kendisine ve yaptıklarına duyduğu inanç ile çevresindekileri etkileme becerisine sahipti. En kötü ve en umutsuz görünen dönemlerde en iyiyi gösterebilme becerisine sahip olmuştur.[598] **23.** Bu sayfalarda Robert Bruce, Lenin, Mao, Castro, İrlandalı aşırı milliyetçiler ve benzerlerini kahramanlaştırıyoruz gibi bir algı oluşabilir. Bu insanların yaptıkları kesinlikle kahramanlık seviyesindedir. Fakat bu durum, bizim onların kişiliklerini taktir etmemiz gerektiği anlamına gelmiyor; hedeflerine ve değerlerine saygı duyduğumuz anlamına ise hiç gelmiyor. Bolşevik/Komünist liderler koyu birer teknoloji yanlısıydılar.[599] Dolayısı ile modern teknolojinin dünyayı felakete süreklediğini düşünen bizlerin düşmanları oluyorlar. Robert Bruce’un bazı vatansever amaçları vardı,[600] fakat gerçek motivasyonunu büyük olasılıkla şahsi hırsları oluşturuyordu[601] -İskoçya’nın kralı olmak istiyordu- ve bu hırs uğruna yalnızca İngilizlere değil kendi halkı olan İskoçlara da korkunç acımasızlıklar yapmıştır.[602] Üçüncü Bölüm’de söylediğimiz gibi, 20. Yüzyılda İrlanda’nın Britanya’dan bağımsız olmasını gerektirecek hiçbir sebep kalmamıştı.[603] İrlanda milliyetçileri, yalnızca kendi psikolojik ihtiyaçlarını tatmin etmek için vatandaşlarına birçok acı ve ölüm getiren bağımsızlık savaşını provoke etmişlerdir. İrlandalılar günümüzde İrlanda’nın Birleşik Krallık’ta kalması halinde olacağından daha iyi durumda değillerdir. Bizim burada, geçmişteki devrimcilerin bazılarından bahsetmekteki amacımız, yalnızca onların tecrübelerinden ve yöntemlerinden bir şeyler öğrenebilmektir. Eğer Komünist liderlerden diğerlerine oranla daha fazla bahsettiysek, bu komünizme herhangi bir sempati duymamızdan kaynaklanmamaktadır; yalnızca Komünistlerin 20. yüzyılın en etkili ve başarılı devrimcileri olmaları sebebiyledir. **24.** Profesyonel propagandacılar, insanların genellikle zaten kabul etmeye meyilli oldukları fikirleri benimsediklerini bilmektedirler.[604] Devrimci bir hareket, devrimci mesajı kabul etmeye en hazır kesimleri belirlemeye çalışmalıdır ve fikirlerini yayarken ve üye toplamaya çalışırken bu kesimlere özel önem vermelidir. Buna rağmen, anti-teknolojik fikirler yalnızca bu fikirlere zaten yatkın olan kesimlerde değil toplumun tüm kesimlerinde bilinir kılınmalıdır. Yalnızca bu fikirlere meyilli insanların yeni fikirleri benimsediği kuralı “eski inanışların dağıldığı devrimci kriz koşullarında”[605] geçerli olmayabilir. Bu sebeple, 8. Kısım’da belirttiğimiz gibi, devrimci hareket sistemde ciddi bir kriz ortaya çıktığında kitle tabanı oluşturma fırsatını elde etmiş olacaktır. Eğer insanların çoğunun anti-teknolojik fikirler hakkında en azından yüzeysel bilgileri varsa kitle tabanını oluşturmak daha kolay olacaktır. Üstelik anti-teknolojik mesajlar, krizin gelmesinden çok önce ve devrimcilerin aktif bir destek kazanma umutlarının olmadığı kesimlerde dahi hoşnutsuzluk ve hayal kırıklığı yaratmakta etkili olabilirler ve böylece krizin gelmesi için ortam hazırlayabilirler. Bu bölümdeki 1. Kısım, üçüncü maddeye ve 8. Kısım’da Alinsky’den alıntılanan yere bakınız. **25.** Devrimci bir hareket, kendi sininkine belirli ölçülerde benzer ideolojilere sahip radikal gruplar ile kendisi arasında açık ve ayırıcı çizgiler çekmelidir.[606] Bu, 17. Kısım’da vurguladığımız birlik ihtiyacının bir sonucudur. Toplumsal ya da politik bir hareket, üyelerinin önemli bir kısmının bağlılığı kendi hareketi ile başka bir hareket arasında bölünüyorsa birliğini sağlayamaz. Üstelik bir hareketin kendine ait açık ve tartışmasız bir kimliğinin olması gerekir. Bu yalnızca hareketin içsel bir bütünlüğe sahip olması için gerekli değildir, aynı zamanda dışarıdakilerin hareketi kolayca fark etmesi ve saygı duyması için de gereklidir. (1. Kısım ikinci maddeye ve 16. Kısım’a bakınız.) Bununla birlikte, hareketin kendisini diğer gruplardan tamamı ile bağımsız tutması gerekir. Başka bir gruba bağlı olmak ya da onunla çok yakın ilişkiler kurmak, hareketin hedeflerinin diğer grubun hedefleri ile çatışması durumunda hareketin kendi hedefleri doğrultusunda ilerlemesinin önüne geçecektir. Anti-teknolojik bir organizasyonun kendisini kesin olarak ayırması gereken hareketler radikal çevrecilik ve anarko-primitivizmdir. Radikal çevrecilerin çoğu teknolojik sistemin tümüyle yok edilmesini hedeflememektedirler. Anti-teknolojik bir organizasyon, modern teknolojiyi yok etmek konusunda tereddütleri olan üyeleri bünyesinde barındıramaz ya da teknoloji karşısındaki fikirleri ikircikli olan bir hareket ile yan yana duramaz. Anarko-primitivistler modern teknolojiyi yok etmek isterler, fakat başka bazı hedefler de onlar için en az bu kadar önemlidir: Cinsiyet eşitliği, gay hakları, hayvan özgürlüğü vb.—solcu davaların tüm bir yelpazesi.[607] Başka bir yerde anti-teknolojik hareketin neden kendisini solculuktan tamamı ile uzak tutması gerektiğini açıklamıştık.[608] **26.** Rakip radikal gruplar ile ilişkilerinde devrimci bir organizasyon, ideoloji üzerine faydasız ve sonu gelmez tartışmalara girmekten kaçınmalıdır. Bu tip tartışmalar anarşist çevrelerde çok yaygındır örneğin. Bazı anarşistler zamanlarının ve enerjilerinin çoğunu diğer anarşistler ile girdikleri bu tarz teorik tartışmalarda harcıyor ve savundukları toplumsal değişimleri gerçekleştirmek adına çok az çaba harcıyor gözükmektedirler. Bu tarz tartışmalarda bir taraf diğerini asla ikna edemez ve tartışan taraflardan başka hiç kimse ortaya sürelen argümanlarla ilgilenmiyor gibidir. İdeolojik bir tartışmada muhaliflerinizi çok nadir durumlarda ikna edebilirsiniz. Dolayısı ile, bu tarz herhangi bir tartışmada argümanlarınız karşı tarafı ikna etmek üzerine değil tartışmaları izleyebilecek kararsız kalmış üçüncü kişileri etkilemek üzere tasarlanmalıdır. Bu amaçla, savunduğunuz şeyi öz, açık ve en ikna edici biçimde ve üçüncü şahısların ilgisini çekecek şekilde anlatmalısınız. Sonrasında, bu argümanların geniş bir şekilde duyulması ve okunması için gerekeni yapabilirsiniz. Sadece en önemli noktalara değinin ve önemsiz noktaları atlayın, çünkü üçüncü kişiler argümanlar ile yalnızca ana hatları ile ilgileneceklerdir. Ayrıntılı teknik noktalar üzerindeki tartışmalar zaman kaybından da kötüdür. Çünkü üçüncü kişiler bu tartışmaları okuyacak olsalar dahi, muhtemelen bu tartışmaları hor göreceklerdir ve sizi iğnenin üstünde kaç adet meleğin dans edebileceğini tartışan orta çağ teologlarına benzeteceklerdir. Aynı şey mevcut sistemi savunanlar ya da sistemi mevcut hali ile savunmayan ancak reform edilebileceğini düşünenler ile girilen tartışmalar için de geçerlidir. Kişi, fikirlerine ya da mensup olduğu grubun fikirlerine saldıran argümanlar ile karşılaştığında bunlara cevap vermek için güçlü bir arzu duyar. Üstelik bu argümanlar ne kadar mantıksızsa onları cevaplama isteği de o kadar güçlüdür. Fakat bu arzuya boyun eğmeden önce insan kendisine şunu sormalıdır: Bu argümanları cevaplamak devrimci organizasyona bir şey kazandırır mı? Ya da ne kazandırabilir? Saldırgan argümanları cevaplamak yerine, kişi vaktini ve enerjisini devrimci amaçlar için daha faydalı bir şekilde harcayabilir mi? Rakip radikal grupların önüne geçmenin yolu onlarla tartışmak değil onlara karşı üstünlük kazanmaktır: Kendi organizasyonunuza, modern teknolojiyi reddetmeye meyilli olan fakat muhtelif fraksiyonlara katılmak konusunda karar verememiş uygun kişileri katmaya odaklanın. Kendi organizasyonunuzun diğer radikal gruplardan daha efektif ve aktif olduğunu gösterin. Bu, sizin bakış açınıza, herhangi bir argümanın yapabileceğinden çok daha fazla kişiyi getirecektir. **27.** “Devrimci niteliklerin en değerlisi olan sadakat, kaçınılmaz ekürisi ihanet ile birlikte gelir.”[609] Herhangi bir radikal organizasyonun üyeleri, aralarında, grubun faaliyetlerini kolluk kuvvetlerine ya da istihbarat örgütlerine ileten muhbirler olabileceğini akıllarından çıkarmamalıdırlar. Şu anda sadık olan bireylerin dahi ileride ihanet edebileceklerini unutmamak gerekir. 1967 yılından 1970’lere kadar FBI, politik olarak uygunsuz addettiği gruplara (başka şeylerle birlikte) muhbirlerin sızmasını içeren ve COINTELPRO olarak bilinen programı uygulamaya başlamıştı.[610] COINTELPRO, bu isimle birlikte yürürlükten kalkalı çok olmuştur; ancak söylemeye gerek yok ki FBI benzer yöntemleri uygulamaya günümüzde de devam etmektedir. 2006 yılında eko-sabotajcılardan oluşan bir grubun üyeleri radikal çevreci çevrelere sızan bir muhbirin yardımı ile yakalanmıştır.[611] Aynı zamanda bağlantılı bir operasyonla FBI, 1998 yılında Vail, Colorado’da çok ses getiren bir eylemi gerçekleştiren grubu tutuklamıştır. Grubun bir üyesinin ihaneti FBI’ın kanıtları toplamasına yardım etmişti. Daha sonra başka bazı kişiler de daha hafif cezalar almak adına yoldaşları aleyhine ifadeler vermişlerdir.[612] Güney Afrika’da polis, apartheid karşıtı aktivistlere karşı casusları ve muhbirleri çok etkili bir şekilde kullanmıştır. Bazı aktivistler sorguya alındıklarında arkadaşlarının tutuklanması için polise yardımcı olmuştur.[613] İrlanda’da da devletin muhbirleri, devrimci gruplara düzenli olarak sızmışlardır. (Fakat 1919 yılında devrimciler, Micheal Collins yönetiminde durumu tersine çevirmişler ve devletinkinden çok daha etkili bir istihbarat örgütü geliştirmişlerdir.)[614] Fidel Castro’nun gerillaları bünyelerine katılan birçok haini idam etme gereği duymuşlardır.[615] Che Guevara’nın Bolivya’daki gerilla birliğinin üyelerinden yakalananlar, hala özgür olan arkadaşları hakkındaki bilgileri otoriteler ile paylaşmışlardır.[616] Alman Sosyal Demokratları yasa dışı oldukları dönemde (1878-1890), “ajan provokatörleri ve muhbirleri açığa çıkartmak adına ham bilgiyi toplayıp analiz edecek” bir “istihbarat sistemi” kurmuşlardır.[617] Fakat buna rağmen polis ajanlarının sızmasını tam olarak engelleyememişlerdir.[618] Sosyal Demokratlar’ın İsviçre Wyden Kalesi’ndeki (Ağustos 1880) gizli kongresinin bir delegesi dahi “Berlin emniyet müdüründen maaş alıyordu.”[619] Rusya’da Sosyal Devrimcilerin “Mücadele Organizasyonu” belirli bir süre bir polis ajanı tarafından yönetilmiştir.[620] Yukarıda 10. Kısım’da belirtildiği gibi, Trotsky’e göre, Bolşevikler’in 1914 yılındaki St. Petersburg komitesinin yedi üyesinden üçü polis ajanıydı.[621] Partinin Duma sözcüsü olan, Pravda’nın kurulmasında önemli bir rol oynayan ve ileri gelen Bolşevikler’den biri olan Malinovsky’nin bir polis ajanı olduğu daha sonra ortaya çıkmıştır. Malinovsky’nin casus olduğu kesinleştikten sonra bile Lenin buna inanmak istememiştir.[622] Örnekler istikrarlıdır ve çıkarılacak ders açıktır: Radikal bir grup, planlarının ve eylemlerinin devlet tarafından bilinmediği varsayımında bulunamaz. Dolayısı ile legal bir devrimci organizasyon, tam olarak o şekilde kalmalıdır: Bütünüyle legal.[623] Herhangi bir illegal aktiviteye bulaşmak çok tehlikelidir. **28.** Daha önceki toplumsal ve politik hareketlerin tarihini ve yöntemlerini ve bu hareketlerin başarılı liderleri tarafından geliştirilen teknikleri çalışmak önemlidir. Geçmişteki devrimcilerin ya da aktivistlerin tekniklerini ve teorilerini, anti-teknolojik hareketin hedefleri ile uyumsuz hedeflere sahip oldukları için ya da solcu ve reformist oldukları için reddetmek ciddi bir hatadır. Kullandıkları yöntemlerden pek çoğunun günümüzdeki anti-teknolojik bir organizasyona uygunsuz kaçacağı için reddedilmesi gerektiği doğrudur, kullandıkları başka bir çok yöntemin de işe yarar olabilmesi için değiştirilmeleri gerektiği doğrudur. Geçmişteki hareketlerin tarihleri ve bu hareketlerin liderleri tarafından ortaya konan prensipler, başarıya ulaşmak için yemek tarifi gibi uygulanacak formüller sunmazlar. Fakat fikirler sunarlar ve bu fikirlerden bazıları anti-teknoloik mücadele için uygun olabilecek metotların geliştirilmesine yardımcı olabilir ve başka bazıları da kaçınılması gereken engelleri ve tehlikeleri bize işaret edebilir. Mao, tarihte yaşandığı şekliyle geçmiş tecrübelerden ders çıkarmanın önemini vurgulamıştır; fakat aynı zamanda geçmiş tecrübelerden çıkarılan teorilerin genelde tam olmadığını ve daha sonraki tecrübelerle düzeltilmeleri gerektiğini de söylemiştir. Benzer şekilde, başka bağlamlarda geçerli olan eylem prensipleri belirli bir devrimin gelişmesi sırasında ortaya çıkan somut durumlara uygun olmayabilir. Sonuç olarak devrimciler, bu tarz prensiplerden amaçlarına uygun olanları uygun olmayanlardan ayırmalı uygun olmayanları bir kenara bırakmalı ve uygun olanları kendi ihtiyaçlarına adapte etmelidirler.[624] Eski hareketlerin metotlarını ve tarihini incelemek ve faydalı olanları faydasızlardan ayırmak zor bir iştir. Fakat geçmişten öğrenmek konusunda başarısız olursanız her şeyi sil baştan, deneme yanılma yolu ile öğrenmek zorunda kalırsınız. Bu; yavaş, duraklamalı ve zor bir süreçtir. Yüksek oranda bir deneme yanılma her halükarda zorunlu olacaktır; fakat gerekli olacak denemelerin ve yapılacak yanlışların sayısı, tarihteki hareketleri ve onların yöntemlerini dikkatli bir bir şekilde çalışırsanız büyük oranda düşecektir. Böyle bir çaba içerisine girmeyi reddetmek başarı şansınızı ciddi biçimde düşürecektir. Bu yazarın, anti-teknolojik mücadele ile ilgili olabilecek tarih, siyaset bilimi, sosyoloji ve devrimci teori ile ilgili eserlerden bir kaç taneden fazlasını çalışma imkanı olmamıştır. Alıntılanmış Eserler Listesi’nde yer alan Alinsky, Selznick, Smelser ve Trotsky’nin eserleri dikkatli bir incelemeyi hak etmektedir. Konu bağlamında incelenmesi gereken diğer geniş literatürler de mevcuttur. Örneğin “Organizasyonel Davranış” ile ilgili akademik alan ve devrimci strateji ve taktik ile ilgili olduğu müddetçe Lenin’in eserleri. (Lenin’in ideolojik laf salataları yalnızca tarihsel bir öneme sahiptir.) Detaylı bir kütüphane çalışması konu ile alakalı sayısız başka eseri ortaya çıkaracaktır. Bu literatürün mekanik olarak uygulanabilecek eylem tarifleri sunmayacağını tekrar etmek gerekir. Uygun değişikliklerin yapılması kaydıyla, bazıları, anti-teknolojik bir organizasyonun amaçları doğrultusunda uygulanabilecek fikirler sunabilir. **29.** Yukarıda söylediklerimizi somut bir örnekle açıklamaya çalışalım: Selznick, sosyalist blok dışında kalan ülkelerde faaliyet gösteren Komünistlerin Komünist olmayan organizasyonlara nasıl sızacağını, bu organizasyonlarda anahtar pozisyonlara nasıl gelebileceklerini ve bu pozisyonları söz konusu organizasyonların faaliyetlerini yönlendirmek için nasıl kullanabileceklerini açıklamaktadır. Bazı durumlarda organizasyonlar tamamen ele geçirilmiş ve Komünist Parti’nin payandaları haline getirilmişlerdir. Komünistler, etkilemek ya da kontrol altına almak istedikleri organizasyonlara çok sayıda kişiyi yerleştirmeyi gerekli görmemişlerdir. Stratejik olarak yerleştirilmiş ve iyi organize olmuş görece az sayıda kişi, organizasyon içerisinde büyük bir güce sahip olabilir.[625] Günümüzdeki bir anti-teknolojik hareket için Komünist taktikleri olduğu gibi kopyalamak söz konusu olamaz. Fakat Selznick’in kitabı gibi bir eserin dikkatli bir şekilde incelenmesi aşağıdaki gibi fikirlerin ortaya çıkmasına yardımcı olabilir: Anti-teknolojik bir organizasyonun radikal çevreciler ile belirli derecede bir ilişkisi olacaktır. Çok sayıda kişi “radikal çevrecilik” terimini Earth Liberation Front (ELF) gibi illegal gruplar ile ilişkilendirmektedir. Fakat burada bizim anladığımız hali ile bu terim, modern toplumun ana akımı tarafından kabul edilemeyecek radikallikte çevresel çözümleri savunan her türlü birey ya da grubu kapsamaktadır. Örneğin Bill McKibben -Enough: Staying Human in an Engineered Age’in yazarı-, çalışmaları bildiğimiz kadarıyla tamamı ile legal çerçeve içinde olmasına rağmen, bizim tanımlamamıza göre radikal bir çevrecidir. Açık politik faaliyete kendini adamış devrimci bir organizasyonun tamamı ile legal kalması gerektiğini vurguladığımız için (27. Kısım), böyle bir organizasyonun üyelerinin radikal çevreciler tarafından girişilen illegal eylemlere katılmaması gerektiği açıktır. Fakat bu, anti-teknolojik devrimcilerin radikal çevreci grupların legal eylemlerine katılamayacağı ve bu gruplarda güç ve etkiye sahip pozisyonları kovalayamayacağı anlamına gelmez. Bu güç ve etki, anti-teknolojik bir organizasyonun faydasına değişik biçimlerde kullanılabilir. Örneğin: i. Anti-teknolojik organizasyon, radikal çevreci grupların üyeleri arasında kendi organizasyonuna katılacak uygun kişileri bulabilir. ii. Eğer anti-teknolojik organizasyonun bir üyesi radikal çevreci bir gazetenin yayın kurulunda kendine bir yer edinebilirse (Earth First! Journal gibi) gazetenin içeriğine etki edebilir. Anti-teknolojik organizasyonun üyesi kişiler yayın kurulunda çoğunluk olabilirlerse gazeteyi tamamıyla ele geçirebilirler, böylece solcu içeriğini en aza indirebilir ve gazeteyi anti-teknolojik fikirlerin sistematik bir şekilde yaygınlaştırılması için kullanabilirler. iii. Eğer anti-teknolojik bir organizasyon, bir çevre sorunu ile alakalı, bu bölümün 17. Kısmı’nda önerildiği tarzda eyleme geçmeye karar verirse ve radikal çevreci gruplar içerisinde güç ve etkiye sahipse bu durumda söz konusu eylem için bu gruplardan destek ve işbirliği sağlayabilir. iv. Bazı durumlarda anti-teknolojik devrimciler radikal çevreci grupları tamamı ile ele geçirip bu grupları anti-teknolojik organizasyonlar haline getirebilirler. Bu şartlar altında solcuların gruptan uzaklaşmaları beklenebilir ve yerlerini anti-teknolojik eğilimli kişiler alabilir. v. Radikal çevreci gruplarda yapılacak çalışma anti-teknolojik devrimcilere liderlik ve organizasyonel faaliyet anlamında değerli bir alıştırma ve tecrübe imkanı sunabilir.[626] vi. Sistemde derin bir kriz ortaya çıktığında, anti-teknolojik devrimcilerin radikal çevreci gruplar bünyesinde sahip oldukları güç ve etki, kitle tabanlı organizasyon çabaları için kullanışlı olacaktır. Bunların hiçbiri, anti-teknolojik hareketin, kendisi ve diğer radikal hareketler arasında keskin ayrım çizgileri bulundurması gerektiği kuralı ile çelişkili değildir. Lenin bu ayrım çizgileri üzerinde ısrar etmiştir,[627] ancak -bunu faydalı gördüğünde- programları kendi grubu ile ihtilaf içerisinde olan liderler ile işbirliği yapmaktan da çekinmemiştir. Tabii ki, anti-teknolojik organizasyonun radikal çevreci gruplar içerisinde çalışması istenen üyelerinin ayrım çizgilerinin öneminin açık olarak farkında olması gerekir. Radikal çevrecilerle çalışma amaçlarının yalnızca anti-teknolojik devrim adına avantaj elde etmek olduğunu ve anti-teknolojik hedeflerle ihtilaf içerisinde olan radikal çevreci hedefleri savunmamaları gerektiğini anlamalıdırlar. Anti-teknolojik devrimciler, radikal çevreci gruplar içerisindeki güç ve etkiye sahip pozisyonlara nasıl gelebilirler? En önemli yollar şunlar olacaktır: Sıkı çalışmanın moral otoritesi. Ele geçirmek istedikleri her organizasyonda komünistler, en hazır gönüllüler, en kendini adamış komite işçileri, en aktif ve uyanık katılımcılardır. Bu durum, pek çok grup bünyesinde liderliği ele geçirmek için yeterlidir; liderliğe adaylık konusunda ise hemen her durumda yeterlidir.[628] Komünistler bir organizasyona nüfuz ederken organizasyonun ulaşmaya çalıştığı hedefler için ‘en iyi işçiler’ haline gelirler.[629] Bu yöntem, Nelson Mandela’nın Güney Afrika’da anti-apartheid hareketinin liderliğini almak ve korumak için başarılı bir şekilde uyguladığı yöntem ile beraber kullanılabilir: Duygularını katı bir şekilde kontrol etmiş, kızgınlığını çok nadir olarak göstermiş, her zaman sakinliğini, kendine hakimiyetini ve soğukkanlılığını korumuştur.[630] Bu tarz bir davranış insanların saygısını kazanır ve insanlar bu tarz özelliklere sahip olan kişileri liderleri olarak isterler. Andaman Adası yerlilerinde potansiyel bir şef, “daha genç erkeklerde dahi onunla arkadaş olma isteği uyandıran özelliklere sahip genç yetişkinlerdir. Genellikle iyi bir avcı, cömert ve her şeyden önce dengeli bir ruh haline sahip kişilerdir.”[631] Radikal bir çevreci grupta çalışan bir devrimcinin anti-teknolojik bağlılıklarını gizlemesi zorunlu değildir. Fakat açık sebepler nedeniyle anti-teknolojik fikirlerini agresif olarak savunmaktan kaçınmalı ve radikal çevrecilerin fikirlerine saygısızlık etmemelidir. Eğer anti-teknolojik fikirler ile ilgili tartışmalara giriyorsa bunu iyi huylu bir şekilde yapmalıdır ve ideolojik bir tartışma ateşli ve kızgın bir hal alıyorsa tartışmadan çekilmelidir. Bu yazar, anti-teknolojik organizasyonun radikal çevreci hareket içerisinde güç ve etki kazanmak için bu metotları uygulamasını tavsiye etmemektedir. Anti-teknolojik organizasyonun liderleri, zamanı geldiğinde bu kararı alacaklardır. Bu kararı alırken organizasyonun kaynaklarını, elindeki fırsatları ve diğer bağlantılı faktörleri değerlendireceklerdir. Burada vurgulanması gereken nokta, bu kısımda belirtilen fikirlerin en azından ciddi bir incelemeyi hak ettiği ve yazarın bu fikirlere Selznick’in kitabını çalışması sayesinde ulaştığıdır. Bu örnek, eski hareketlerin tarihi ve tekniklerinin günümüzde anti-teknolojik hareket için nasıl önemli bir fikir kaynağı olabileceğini göstermektedir. **30.** Devrimci bir organizasyonun, yalnızca teknolojiye politik olarak saldırmak amacı ile değil fakat aynı zamanda teknolojik gelişmeleri takip etmek ve teknolojiyi çalışmak ile görevli bir seksiyonu ya da komitesi olması gerekir. Organizasyonun teknolojiyi devrimci amaçlar için kullanabilmesi gerekir. ABD’de (ve muhtemelen diğer ülkelerde de) kolluk kuvvetlerinin ve istihbarat örgütlerinin telefon dinleme tekniklerini -genellikle illegal olarak- şüpheli politik grupların plan ve aktivitelerini takip etmek için kullandıkları iyi bilinen bir gerçektir. Fakat günümüzde eski usul dinlemenin modası geçmiştir ve çok daha gelişmiş dinleme teknikleri mevcuttur.[632] Her yerde mevcut olan gözetleme kameraları ile gözetim altında tutmanın dışında, yüz tanıma teknikleri, böcek boyutunda dronelar ve akıl-okuma makineleri söz konusudur.[633] Birleşik Devletler’de hükumet aygıtının mahkeme kararı olmadan yaptığı dinleme ya da casusluk faaliyetleri, keyfi aramaları yasaklayan Anayasa’nın 4. Ek Maddesi’ne (Amendment) aykırıdır ve en azından bazı durumlarda yasa dışıdır. Fakat yazar, anayasal haklar ile ilgili yaptığı tüm detaylı araştırmalarda, hükumet organlarının illegal dinleme ya da casusluk faaliyetleri sebebi ile ceza aldığı bir durum ile karşılaşmamıştır. Bazı durumlarda dava açmak teorik olarak mümkün olsa da, pratikte hükumetin yasa dışı gözetleme faaliyetlerine karşı tek yasal savunma, bu şekilde elde edilen kanıtların 4. Ek Madde’yi ihlal etmeleri sebebi ile davalarda kullanılamamasıdır.[634] Ancak faaliyetlerini dikkatli bir şekilde yasal sınırlar içerisinde tutan bir devrimci organizasyonun üyeleri için yasal bir soruşturma söz konusu olmayacaktır. Dolayısı ile hükumet organları, böyle bir organizasyonu izlemek ya da dinlemek açısından 4. Ek Madde kaynaklı bir çekinceye sahip olmayacaklardır. Organizasyonun planları ve faaliyetleri ile ilgili anayasal olmayan ve illegal yollardan elde edilmiş bilgiler, otoritelere büyük bir avantaj sağlayarak, organizasyonun çabalarını legal ya da illegal yollardan sabote etme imkanını sunabilirler. (27. Kısım’da bahsettiğimiz COINTELPRO programı ile yapıldığı gibi.)[635] Dolayısı ile devrimcilerin dinleme ya da casusluk teknolojileri ile ilgili bilgiye ve bu teknolojilerin illegal kullanımlarına karşı kendilerini koruyabilecek teknik kapasiteye sahip olmaları gerekir. Zaman ilerledikçe, teknolojik olarak gelişmiş ülkelerde devrimlerin kalabalıkların sokaklara dökülmesi gibi geleneksel yöntemler ile gerçekleşmesinin olasılığı azalmaktadır. Dikkatli bir çalışmanın gösterdiği gibi, geleneksel tipte bir devrimin başarısı için askeri unsurların devrimcilere yardımı ya da en azından tarafsızlığı zorunludur.[636] Örneğin Mısır’da gerçekleşen yakın tarihli “Arap Baharı” devriminde üst düzey askeri liderler protestocuların taleplerinin bir çoğuna olumlu yaklaşmışlardır, çünkü işler patlama noktasına geldiğinde ve askerlerine kalabalıkları makineli tüfeklerle tarama emri verdiklerinde, askerlerin pek çoğunun bu emri reddetmesinden ve hatta devrimcilerin saflarına geçmelerinden korkuyorlardı. Fakat kalabalıkları kontrol etmekte kullanılan teknikler gittikçe daha sofistike hale gelmektedir: Kalabalıklar muazzam güçlü ses bombaları ve elektronik flaşlar (strobe-torch)[637] ile dağıtılabilir ya da etkisiz hale getirilebilirler. Askerler kalabalığa ateş etmek istemeyebilir, fakat dayanılamayacak düzeydeki ses bombaları ile insanları sokaklardan kaçırmak konusunda herhangi bir çekince duymayabilirler. Gösterilerden sonra polis, kamera görüntüleri, yüz tanıma teknolojileri ve telefon iletişim kayıtları ile katılımcıları takip edebilir.[638] Daha da önemlisi, orduda insanların makineler ile ikamesi süratle devam etmektedir.[639] Şu anda hâlâ insan askerler ve polisler gereklidir, fakat teknolojik gelişmenin ivmelenen hızı düşünüldüğünde bir kaç on yıl içerisinde polis ve askeri kuvvetlerin çoğunlukla robotlardan oluşması mümkündür. Bunların emirlere istisnasız olarak itaat edecekleri varsayılabilir ve protestocuları vurmak konusunda hiçbir çekinceleri olmayacaktır. Tabii ki, teknoloji isyancılar tarafından da iktidar yapısına karşı kullanılabilir.[640] Muhtemelen bu sebeple, gelecekteki bir devrim günümüzdeki ya da geçmişteki devrimler ile aynı şekilde gerçekleşmeyecektir. Mücadelenin sonucu otoritelerin ve devrimcilerin her ikisinin de yapacağı teknolojik manipülasyonlara bağlı olacaktır. Devrimcilerin teknolojik yetkinliğe sahip olmalarının önemi bu sebeple açıktır. ** Ek Bir: Birinci Bölüm’e Katkı **A.** Birinci Bölüm’deki argümanlara cevaben Ray Kurzweil ve Kevin Kelly gibi kesin inançlı teknoperverler şöyle diyecektir: “Teknoloji tüm bu problemleri çözecek! İnsanlar adım adım insan-makine melezlere, hatta saf makinelere dönüşecekler ve bunlar insan ataları ile karşılaştırılamayacak kadar zeki olacaklar.[641] Bu üstün zekaları sayesinde bu varlıklar, geleceğin toplumunun gelişimini rasyonel bir şekilde yönlendirmek için teknolojik mucizeleri kullanabilecekler.” Fakat Birinci Bölüm’deki argümanların hiçbirisi (aşağıda belirtilen bir istisna dışında) insan zekasının sınırlarına ya da insanlara özgü zayıflıklara bağlı değildir. Dolayısı ile mevcut toplumda geçerli olan bu argümanların, insanların makinelerce peyderpey ikamesi ile doğacak yeni toplumda da geçerli olacağını düşünmek için her türlü sebep mevcuttur. **B.** Teknoperverler, gelecekteki herhangi bir teknolojik mucizenin, bir toplumun kendi gelişimini uzun bir zaman dilimi boyunca tahmin etmesini mümkün kılacağını iddia edecek kadar aceleci olmayacaklardır. Fakat belli bazıları, modern matematik kontrol teorisinin, “sisteme uygulanan herhangi bir potansiyel kontrol uygulamasının” yalnızca kısa dönemli etkisinin tahmin edilebilir olmasına rağmen, karmaşık bir sistemi sabit bir rotada tutacak mekanizmaları tasarlamayı -bazı durumlarda- mümkün kıldığını iddia edebilir. (Fakat etkinin “tam olarak, ... mümkün olan her türlü çevresel koşulda” tahmin edilebilir olması gerekir.)[642] Kontrol teorisi çerçevesinde bir sistem, takip eden durumda karmaşık olarak tanımlanmaktadır: “Sistemin bütünün anlaşılabilmesi birçok kişinin çabasını ve özel teknik ekipmanların kullanımını (bilgisayarlar) gerektiriyor ise.”[643] Kontrol teorisinde “karmaşık” olarak tanımlanan sistemler “uzay mekiği fırlatılması, bir enerji santralinin 24 saat işletilmesi, petrol rafinerisi ya da kimyasal bir fabrikanın çalıştırılması, büyük bir havalimanı yakınındaki hava trafiğinin kontrolü”[644] gibi faaliyetleri içeren operasyonlardır. Bizim yaptığımız tartışmada ise söz konusu olan tamamı ile farklı düzeyde bir karmaşıklıktır. Herhangi bir enerji santrali, petrol rafinerisi ya da kimyasal fabrika, modern toplumun bütünlüğü ile karşılaştırıldığında çok çok daha basittir. Aslında Britannica’nın kontrol teorisi[645] hakkında söylediklerinin dikkatli bir şekilde okunması, teorinin bir toplumun bütününün rasyonel kontrolünü mümkün hale getirdiğine inanmak isteyen birisine pek de bir malzeme sunmayacaktır. Başka sebepler ile birlikte, kontrol teorisi genel olarak “herhangi bir somut duruma, bu durum yalnızca matematiksel bir model ile hassas bir şekilde ifade edilebiliyorsa uygulanabilir” hale gelir ve teorinin uygulanabilirliği, “kontrol edilmek istenen sistemin gerçek davranışının eldeki modeller ile uyumlu olduğu durumlar ile” sınırlıdır.[646] Bütün bir toplumun kontrolü için, başka şeylerle birlikte, insan davranışının hassas bir matematiksel modeli gereklidir. (Kurzweil’in hayal alemine göre ise, insanlardan çok daha sofistike olacak cyborglerin ya da insanlardan türeyen makinelerin davranışlarının hassas bir matematiksel modeli gerekecektir.) İnsan davranışı ile ilgili yalnızca istatistiksel bilgiye ihtiyaç duyulduğu özel durumlarda buna uygun modeller geliştirilebilir. Örneğin pazarlama ile ilgili bir çalışmada bireylerin eylemleri göz ardı edilebilir; ihtiyaç duyulan bilgi, belirli durumlarda belirli bir ürünü alacak tüketicilerin yüzdesidir. Fakat bir toplumun bütününü kontrol edebilmek için, en azından özel öneme sahip ve bireysel davranışları toplumun bütünü ile devamlı bir ilişki içerisinde olan ve toplum üzerinde önemli bir etkiye sahip pozisyonlarda bulunanlar ile birlikte (politikacılar, üst-düzey hükumet yetkilileri, askeri yetkililer, şirket yöneticileri vb.), çok sayıdaki her bir bireyin de (ister insan bireyler olsunlar ister makine-bireyler olsunlar) davranışının hassas bir matematiksel modeli gereklidir. Biz yine de, toplumun bütününü ifade eden matematiksel bir modelin inşa edilebileceği gibi çok uçuk bir varsayımda bulunalım. Bu durumda dahi, bu modelin gerektireceği trilyon trilyon ve trilyonlarca simultane denklemin çözülmesi için gerekli olacak hesaplama gücünün mümkün olması olası değildir. Birinci Bölüm’ün II. Kısmı’nda söylediğimiz şeyi hatırlayın: ABD ve dünya toplumundaki diğer tüm faktörleri göz ardı edip, yalnızca Amerikan ekonomisindeki fiyatları hesaplamak istesek dahi, bunun için 60 trilyon denklemin çözülmesi gerekli olacaktır. Gelecekteki bir toplum günümüzdeki toplumun kontrolü için yeterli olacak hesaplama gücüne sahip olsa da, kendi gelişiminin kontrolü için gerekli olacak hesaplama gücüne sahip olamayacaktır. Çünkü bir toplumun karmaşıklığı hesaplama gücü ile birlikte artar. Son olarak, yeterli hesaplama gücü elde olsa dahi, uygun rakamların denklemlere yerleştirilmesinde gerekli olacak yüksek hassasiyetteki çok ayrıntılı sayısız bilginin toplanması mümkün olmayacaktır. Bu yüzden hiç bir toplum, gelişimini sabit bir rotada tutacak matematiksel bir kontrol sistemi dizayn edemeyecektir. Fakat biz yine de kesin inançlı teknoperverlere yönelik iyi niyetimizi en üst noktalara taşıyalım. İmkansızın olabileceğine ikna olalım ve böyle bir kontrol sisteminin başarılı bir şekilde dizayn edilebileceğini varsayalım. Bu varsayımda dahi temel zorluklar ile karşılaşmaktayız: Toplumu sabit bir rotada tutacak kontrol sisteminin hangi hedefler ile yönlendirileceğine kim karar verecek ve toplum için hangi sabit rota seçilecek? Toplum, kontrol sistemini ve seçilen gelişme yolunu kabul etmeye nasıl ikna edilecek? Eğer kontrol sisteminin kamuoyunun çoğunluğunu memnun etmesi isteniyorsa bu durumda herkesi memnun etmeye çalışırken hiç kimseyi memnun edemeyen orta yolcu bir çözüm söz konusu olacaktır. Bu tarz bir uzlaşmanın pratikte kabul görmesi mümkün değildir, dolayısı ile herhangi bir kontrol sistemini diktatoryal güce erişen otoriter bir rejimin zorla uygulaması gerekecektir. Bu durumda yurttaşlar dikkatli olsun! Üstelik herhangi bir kesim kendi çözümünü topluma dayatacak kadar güçlü hale gelse bile, muhtemelen daha sonra grup içi güç kavgaları sebebiyle hiziplere ayrılacaktır. (Benjamin Franklin’in İkinci Bölüm’ün 2. Kısmı’nda alıntılanan sözlerini hatırlayınız ve aşağıda Ek-2’nin C Bölüm’üne bakınız.) Rasyonel olarak seçilmiş ve tasarlanmış matematiksel bir model ile yönetilen gelecek toplum fikri, bir bilim kurgu olarak görülüp kenara atılabilir. **C.** Birinci Bölüm’ün V. Kısmı’nda incelediğimiz ve reddettiğimiz fikre (kadir-i mutlak bir filozof kral) başka bir açıdan bakalım. Bu tarz bir filozof-kralın toplumun gelişimini rasyonel olarak yönlendirme ihtimalini düşünmek için bile olasılık dahilinde olmayan varsayımlarda bulunmuştuk. Bu varsayımların, gerçekleşebileceğini kabul ettiğimiz durumlarda dahi temel bir takım güçlükler ile karşılaşacağını vurgulamıştık: İnsanları tatmin edecek bir filozof-kralın seçilmesi ve bu filozof-kralın mutlak güce hakim pozisyona yerleştirilmesi; ilk filozof-kralın ölümünden sonra, aynı sabit ve ezeli değerler sistemi ile yönetmeyi sürdürecek becerikli ve işine bağlı filozof-krallar silsilesinin devamlılığının sağlanması gibi problemler. Teknoperverlerin ikinci zorluğa karşı hazır bir cevapları olacaktır: Biyo-teknolojinin gelecekte yaşlanma sürecini ebedi olarak durdurmayı mümkün kılacağını söyleyeceklerdir.[647] Dolayısı ile filozof-kralımız ölümsüz olacaktır ve yerine kimin geçeceği problemi ortaya çıkmayacaktır. Fakat bu dahi, bir toplumun gelişiminin rasyonel olarak yönlendirilmesi problemini çözmemektedir; çünkü insanlar zamanla değişir ve filozof-kralımız da değişecektir. Aldığı kararlar yaşadığı toplumu tam olarak tahmin edilemeyen şekillerde etkileyecektir ve bu değişiklikler daha sonrasında dönüp filozof-kralın hedeflerini ve değerlerini öngörülemeyecek tarzda etkileyecektir. Sonuç olarak, toplumun gelişimi uzun vadede sabit bir değerler sistemi uyarınca belirli bir doğrultuda yönlendirilemeyecek, tam tersine, tahmin edilemez bir şekilde salınacaktır. Tartışmamızın bu noktasında -ve yalnızca bu noktasında- insanlar ve makineler arasındaki fark anlamlı hale gelmektedir: Teknoperverler, insan bir filozof-kral yerine sabit bir değerler sistemine sonsuza kadar bağlı kalacak şekilde programlanmış bir süper-bilgi sayar önerebilirler. Böyle bir bilgisayarın oluşturulabileceğini ve içsel olarak istikrarını koruyabileceğini kabul etsek dahi temel zorluklar ile karşılaşmaya devam ediyoruz: Elektronik filozof-krala hangi değerlerin yükleneceğine kim karar verecek ve elektronik filozof-krallarını iktidar pozisyonuna nasıl oturtacaklar? Bu soruyu cevaplandırmak, Birinci Bölüm’ün V. Kısmı’nda tartışılan insan bir filozof kralın seçilmesi ve onun mutlak iktidar pozisyonuna getirilmesi sorusunu cevaplandırmaktan ya da mevcut Ek’in B Bölümü’nde tartışılan matematiksel bir kontrol sisteminin seçilmesi ve toplumun onun kurallarına uymasının sağlanması problemini cevaplandırmaktan daha kolay değildir. Tatmin edici bir değerler sisteminin formüle edilmesi her durumda olasılık dışıdır. Eğer değerler, filozof-kralın kararlarını her durumda belirleyecek ve makineye kendi değerlerini oluşturacak bir alan bırakmayacak kadar katı ve ayrıntılı olursa bunun sonuçları tatmin edici olmayacaktır. Bu durum, Amerikan anayasa hukuku hakkında araştırma yapmış herkesin malumudur. Mahkemelerin belirlediği içtihatlar, yargıçların davalar üzerinde karar verirken yararlanacakları belirsiz “denge testleri” ve kesin olmayan “faktörler” ile doludur. Aynı davalara aynı “denge testlerini” ya da “faktörleri” uygulayan iki yargıç sık sık birbirlerinden oldukça farklı sonuçlara ulaşmaktadırlar. ABD Devre Mahkemeleri ve Yüksek Mahkeme kararlarındaki birbirleri ile çelişen fikirlerin sebebi budur. İçtihatların böylesine belirsiz ve esnek olmasının sebebi, tüm davaların sonuçlarını en düşük tatmin seviyesinde dahi belirleyecek katı ve ayrıntılı prensiplerin formüle edilmesinin imkansızlığıdır. Mahkemeler herhangi bir katı prensipler kümesine tamamı ile bağlı kalırlarsa herkesin pratikte mantıksız bulacağı kararlar almak zorunda kalacaklardır. Diğer açıdan, elektronik filozof-krala yüklenen değerler sistemi makineye kendi değer yargılarını oluşturacak özgürlüğü sağlayacak kadar belirsiz ve esnek olursa filozof-kralın programlanmasının getireceği istikrar da böylece yok olacaktır. Prensipler belirli bir oranda belirsiz ve esnek olduğunda onlara referansla yapılan her şeyi meşrulaştırmak mümkün olacaktır. Dolayısıyla, aynı prensip kümesine uydukları iddia edilebilecek iki kararın pratikte radikal olarak farklı sonuçları olabilir. Bu durum, Amerikan federal mahkemelerinde çoğunluk fikrine karşı ileri sürülen muhalif fikirlerde görülebilir. Dolayısı ile, diğer tüm zorlukların haricinde, herkesi tatmin edecek bir değerler sisteminin formüle edilmesinin imkansızlığının kendisi, bu değerler sisteminin en azından marjinal olarak kabul edilebilir sonuçlar vermesini bekliyorsak, sabit ve ezeli bir değerler sistemine göre yönetmek üzere programlanmış bir süper-bilgi sayar tarafından yönetilecek toplum fikrinin bilim kurgu olarak görülüp göz ardı edilmesi için yeterlidir. **D.** Okuyucu, bilim kurgu alanına böyle bir yolculuk yapma zahmetine neden girdiğimizi kendisine sorabilir. Fakat teknoperverlerin toplumumuzun bugün karşı karşıya olduğu problemlerin çözümü için pek çok insana bilim kurgu gibi gelebilecek çözümler sunmaları olasılık dahilindedir. Örneğin Ray Kurzweil’in kitabı bunlarla doludur ve çoğu gerçekten bilim kurgudur. Fakat gelecekteki teknolojik gelişmeler ile ilgili fikirleri sezgisel olarak imkansız göründükleri için bir kenara bırakmak her zaman için risklidir. Endüstriyel devrimin başında ya da hatta birkaç on yıl önce imkansız görünen şeyler bugün hiç de öyle imkansız değildir. Sadece bir örnek vermek gerekirse, Moore Yasası’nın hiç duyulmadığı 1950’li yıllarda çoğu insan, muhtemelen bilgisayar bilimcilerinin çoğu da, sıradan insanların kucaklarında 1950’lerin odaları kaplayan ve milyonlarca dolara mal olan bilgisayarlarından daha fazla hesaplama gücüne sahip cihazlar ile oturacaklarını imkansız addederdi ve böyle bir olasılığı reddederdi. Gelecek ile ilgili tahminler kritik olarak incelenmeli ve reddedilmesi için sağlam sebepler varsa bir kenara bırakılmalıdırlar. Fakat gelecek, teknolojik mucizeler anlamında ne barındırıyor olursa olsun bir toplumun gelişiminin rasyonel bir yönlendirmeye tabi olması fikrinin bilim kurgu olarak bir kenara bırakılması için çok sağlam sebepler vardır. ** Ek İki: İkinci Bölüm’e Katkı **A.** İkinci Bölüm’ün 2. Tespiti, doğal seçilimin kısa vadede, uzun dönemli sonuçlarına aldırmadan kendi kısa-vadeli çıkarlarını kovalayan kendini-yeniden-üreten sistemleri avantajlı konuma getirdiğini söylemektedir. • Steven Le Blanc,[648] doğal seçilimin ilkel toplumlarda ekolojik umursamazlığı avantajlı duruma getirdiğini iddia etmektedir. Bir grubun kaynaklarını tutumlu bir şekilde kullandığını, komşu bir grubun ise kendi kaynaklarını limitlerine kadar tüketecek şekilde nüfusunu artırdığını ve bunun sonucunda içinde bulunduğu çevrenin zarar gördüğünü ve kendisini olması gerektiği gibi besleyemediğini varsayalım. İkinci grup fazla nüfusunu beslemek için ilk grubun alanını zorla ele geçirmeye çalışabilir ve muhtemelen bunda başarılı olacaktır, çünkü nüfusu daha fazladır ve sahaya ilk grubun sürdüğünden daha fazla savaşçı sürebilir. “Bu Darwinci rekabetin -en uygun olanın hayatta kalması- toplumlar düzeyinde işlemesidir. İki gruptan ‘en uygun’ olanın daha ekolojik olan değil, daha hızlı büyüyen olduğuna dikkat edin.”[649] Le Blanc, argümanının çok basitleştirilmiş olduğunu kabul etmektedir[650] ve bu argüman her durumda istisnasız olarak geçerli değildir. Fakat yüksek oranda doğruluk payı içeriyor gibi gözükmektedir. • 1920’li yıllarda, Sovyetlerin Batı’ya ekonomik olarak yetişebilmesi için sanayileşmiş ülkelerden teknoloji ihraç etmesi gerekiyordu. Bu sebeple batılı kapitalistler ile ticaret yapmaya giriştiler.[651] Kapitalistlerin kapitalizmi yıkmak isteyen komünistler ile ticaret yapmak istemeyecekleri düşünülebilir. Fakat kapitalistler kâr elde etmek adına Lenin’e atfedilen ifade ile “kendi cellatlarına ip satmaya heveslidirler.”[652] 1971 yılında Alinsky, “Cumartesi günü gerçekleşecek, Pazar günü büyük bir kâr getirecek ve Pazartesi günü ise dar ağacına gönderileceği bir devrimi Cuma günü finanse etmesi için bir milyoneri”[653] ikna edebileceğine dair “güvenin tam olduğunu” söylemiştir. Alinsky mizah unsuru katmak için meseleyi abartmaktadır, fakat yaptığı gözlem kapitalizm ile ilgili doğru bir noktaya parmak basmaktadır. Kapitalistlerin sonuçlarını düşünmeden “açgözlülüğe” yöneldiklerini söylemek kolaydır, ancak bu açgözlülüğün bir sebebi vardır: Uzun vadeli sonuçlarını düşünerek şu andaki kâr olanaklarından vazgeçenler doğal seçilim tarafından elenirler. • ABD’de 2007 yılında başlayan finansal kriz, riskli (“subprime”) borçların, ev almak için bunlara ihtiyacı olan ancak bu borçları geri ödeyecek durumu olmayan kişilere geniş bir şekilde dağıtılması ile ortaya çıkmıştır.[654] Tasarruf ve borç fonları gibi finansal kurumlar riskli alacaklarının toplanması hakkını diğer finansal organizasyonlara satmışlardır ve burada açıklanması çok karmaşık olacak bir süreç ile bunlar bir başkasına onlar başkasına şeklinde silsile halinde borç toplama haklarını satmışlardır. Riskli borç pazarı o kadar karlı ve önemli bir hale gelmiştir ki, hükümet tarafından desteklenen Fanie Mae isimli şirket dahi riskli borç pazarına girmemesi halinde “pazarı kaçırma tehlikesi ile karşı karşıya kalacağını”[655] düşünmüştür. Aslında Fanie Mae o kadar büyük ve güçlüydü ki riskli borç pazarına girmemesi onun için hayati bir tehlike yaratmayacaktı. Fakat daha küçük boyutlardaki özel işletmelerin riskli borç pazarının sunduğu fırsatları değerlendirmemeleri halinde rekabet karşısında hayatta kalamayacaklarını bekleyebiliriz. Ancak bu fırsatları değerlendiren işletmeler, konut balonu patladığında, ödenmesi gereken korkunç bir fatura ile karşılaşmışlardır. Hükumet destekli iki dev şirket olan Fannie Mae ve Freddie Mac dahi çökmüştür ve hükumet tarafından kurtarılmaları gerekmiştir.[656] Birçok özel finansal işletmenin bu süreçte iflas ettiğini söylemeye gerek yoktur.[657] Görünüşe göre rekabet baskısı bu işletmeleri risk almaya zorlamıştır ve bu risklerin ölümcül sonuçları sonradan ortaya çıkmıştır. İşin içine açgözlülüğün de girdiği kesindir. Fakat, biraz önce vurguladığımız gibi, açgözlü olmayan kapitalistlerin doğal seçilim tarafından elemine edilme eğilimleri vardır. • Modern dünyada ulusların ekonomik başarısı için uluslararası ticaret çok büyük önem arz etmektedir.[658] Hatta, uluslararası ticarete dahil olmayan hiçbir modern ulusun ayakta kalamayacağı düşünülmektedir.[659] Fakat uzun vadede bu ticaret önemli riskler içermektedir: Yoğun bir biçimde uluslararası ticarete girişen bir ülke kendisini kadere rehin bırakmış olur: Endüstrinin bir kısmı, gelir ve istihdam için ihracat pazarına bağımlı hale gelir. Bu yabancı marketlere erişimin herhangi bir şekilde engellenmesi ciddi sonuçlara sebep olur; üstelik bu duruma karşı bir önlem almak yerel hükumetin gücünün ötesinde bir durumdur. Benzer şekilde, yerel ekonominin başka bir kısmı, petrolde olduğu gibi, yakıt ve enerji için ihraç edilmesi gereken ham maddelere bağımlı hale gelir. Bu ithalatın herhangi bir şekilde kısıtlanması çok ciddi sonuçlara sebep olabilir.[660] ve sanayi mallarının ithalatına bel bağlamak da oldukça riskli olabilir.[661] Almanya’nın uluslararası ticarete bağımlılığı, bu ülkenin Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisinin belirleyici faktörü olmuş olabilir. Çünkü Britanya’nın uyguladığı abluka Almanya’nın ticaretini engellemekte o kadar etkili olmuştur ki, Almanya savaşın sonunda açlığın sınırına gelmiştir.[662] Diğer yandan, Britanya da uluslararası ticarete oldukça bağımlıydı ve eğer Britanya, Amerika’nın yardımı ile Almanya’nın denizaltı kampanyasını alt etmeyi başaramasaydı U-Botlar Britanya’yı açlığa mahkum edip teslim olmasına sebep olacaktı ve Almanya Birinci ya da İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkabilecekti.[663] Gördüğümüz gibi, bu bağımlılık uzun vadede ağır ve hatta ölümcül sonuçlara sebep olsa da, uluslar kısa vadede ekonomik olarak hayatta kalabilmek için uluslararası ticarete bağımlı hale gelmeye rıza göstermek zorunda kalmaktadırlar. • Birleşik Devletler’in, gelişmiş ülkeler arasında kendi doğal kaynaklarını tüketmede ve sömürmede “en hoyrat ve savurgan” ülke olduğu düşünülmektedir.[664] Muhtemelen bu durum, tüm ABD tarihi boyunca geçerli olmuştur. Koloni dönemindeki Amerikan tarım metotlarının Avrupalılara kıyasla bir hayli savurgan olduğu tespit edilmiştir.[665] Zimmermann, 1860 ve 1870 yıllarında Nevada’daki ünlü Comstock Lode madenin yirmi yıl içerisinde vurdum duymaz ve verimsiz bir şekilde tüketildiğini söylemektedir. Zimmermann’a göre benzer boyutlarda bir cevher Avrupa’da binlerce madenciye yüzlerce yıl ekmek sağlayabilirdi.[666] Muhtemelen bu, dönemin Amerikan madencilik faaliyetlerinin tipik bir örneğidir. Fakat ABD’nin doğal kaynaklarını savurgan bir şekilde kullanması dünyanın egemen gücü haline gelmesini engellememiştir. Şu anda Amerikan hegemonyasına meydan okumaya başlayan ülke, çevre konusundaki sorumsuzluğu ile nam salmış Çin’dir.[667] Bu örneklerin gösterdiği gibi, doğal kaynakların savurgan bir şekilde sömürülmesi uzun vadede ölümcül sonuçlara sebep olsa da kısa vadede gücü elde etmeyi sağlayabilir. **B.** İkinci Bölüm’ün II. Kısmı’nın 4 ve 5. Tespitleri bağlamında şunları söylemiştik: Geniş alanlara yayılmış endüstri öncesi imparatorluklar, “eğer kuruluş aşamasında bunları geliştirmedilerse, daha sonradan görece olarak hızlı ulaşım ve iletişim teknikleri” geliştirirler. Mısırlıların Nil’i vardı. Romalılar Akdenizi ve ona bağlanan nehirlerdeki su taşımacılığını aktif olarak kullanmışlardır[668] ve kara ulaşımı için meşhur yollarını inşa etmişlerdir. İmparatorluk Çin’i geniş bir kanallar sistemine sahipti.[669] Song hanedanı “resmi seyahat için, personel bulunduran istasyonlara sahip yol sistemleri geliştirmiştir ve merkezi hükumet kontrolünün bir göstergesi olan kurye servis ağı kullanmıştır.” Aynı zamanda “inşaat ile birlikte, yolların, köprülerin, ulaşım ve iletişim altyapılarının onarılmasını içeren bir kamu işleri programı yürütmüştür.”[670] Diğer hanedanların da benzer faaliyetlerde bulunmuş olması olasıdır. Cengiz Han’ın Moğol İmparatorluğu “mesaj taşımak için güvercinleri kullanmıştır” ve binicilerin yüksek hızlarda mesajları taşıdığı “geniş bir mesaj taşıma ağı kullanmıştır.”[671] İnkalar, koşucuların üzerinde mesajları hızla taşıdığı yollar inşa etmişlerdir. Yükler ise hamalların ya da lamaların üzerinde taşınmıştır.[672] Mayalar hiçbir zaman geniş bir imparatorluk kuramamışlardır. Bunun sebeplerinden bir tanesi uzun mesafeli ulaşım ve iletişim imkanlarının yokluğu olabilir.[673] Azteklerin de gelişmiş uzun mesafeli ulaşım ve iletişim imkanları yoktu.[674] Fakat “imparatorlukları” zirve noktasındayken, ayrı bir şekilde duran Soconusco bölgesi hariç, 800 kilometrelik bir boyuta ulaşmıştı.[675] Ancak Aztek “imparatorluğu” bu adı pek hak etmemektedir: Fethedilen halklar vergi ödemeye ya da Aztek seferleri için birlik göndermeye mecbur edilebilirlerdi, fakat diğer açılardan merkezi kontrol hemen hemen hiç yoktu.[676] Buna rağmen “imparatorluk,” mevcut ulaşım ve iletişim imkanları ile mümkün olan en geniş coğrafi sınırlarına ulaşmıştı[677] ve çok sık gerçekleşen ayaklanmaların gösterdiği gibi, istikrarsız bir hale gelmişti.[678] **C.** Geniş insan gruplarındaki içsel çatışmaların, dışsal tehditlerin büyüklüğü ile ters orantılı olma eğilimi vardır. Bu sebeple dışsal tehditlerde yaşanan gözle görülür bir düşüş, iç çatışmalara sebep olur. Burada, diğer başka birçok durumda olduğu gibi, gerçek dünyadaki tarihsel gelişmelerin karmaşıklığı sebebi ile “temiz” örnekler azdır. İkinci Bölüm 7. Nota bakınız. Fakat burada görece olarak temiz dört örnek veriyoruz: • “Romalı düşünürlerin genel kanısı büyük savaşlar çağının geçici olarak bitmesinin (M.Ö. 130) dışsal baskıları azaltması” ve bunun, Roma Cumhuriyeti’nin “içsel parçalanmasına” sebep olmasıdır.[679] Britannica bu konuda emin gözükmese de, dışsal baskıların azalmasının Roma’daki içsel çatışmaların sebeplerinden en azından birisi olduğu anlaşılmaktadır. • “İspanyol birliklerinin [1829 yıllarında] Tampico yakınlarına çıkması Meksika ulusunu ortak bir çaba etrafında birleştirmiş ve cesur General Sonta Anna işgalcileri yenilgiye uğratmıştır. Zafer belirli bir zaman için Meksika ulusal gururunu kabartmıştır. Fakat ülkenin birleşmesini sağlayan dış tehdit ortadan kalktığında bu gurur da ortadan kalkmıştır ve iç çatışmalar yeni ve çirkin bir yüze bürünmüştür.”[680] • 1783 yılında Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın sonra ermesi ile Britanya kaynaklı dış tehdit ortadan kalkmıştır ve “birlik olma hali, parçalanma tehlikesine dönüşmeye başlamıştır. Devletler birbirlerine karşı gümrük tarifeleri koymaya ve birbirleri ile çekişmeye başlamışlarıdır.” Hiç şüphe yok ki, gelecekte Başkan olacak John Adams’ın savaştan kısa bir süre sonra Birleşik Devletler’in “bölünme tehlikesinden sakınmak için bir çok düşmana sahip olması gerektiğini” söylemesinin sebebi budur.[681] • İkinci Dünya Savaşı’nın son bölümlerinde Almanya’nın kaçınılmaz olarak yenilgiye gittiğinin anlaşılması ile beraber, “iki buçuk yıllık bir yenilgiler dizisi boyunca güçlü bir şekilde duran İngiliz-Amerikan ortaklığı zafer güneşi ile daha da ısınacağı yerde soğumaya başlamıştır. [Anvil operasyou ile ilgili tartışma] 21 Haziran ve 1 Temmuz [1944] yılında, Başbakan ve Başkan arasında özel kalem müdürleri seviyesinde yaşanan görüş ayrılığı ile patlak vermiştir ve daha önce yaşanan ihtilaflardan çok daha şiddetli olmuştur. Anvil anlaşmazlığı yeni bir ilişki tarzının başlangıcıydı. Bundan önce İngiliz ve Amerikan özel kalem müdürleri (Chiefs of Staff) önemli bir mesele hakkında nadiren anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Ondan sonra ise nadiren aynı fikirde olmuşlardır ”[682] **D.** İkinci Bölüm’ün II. Kısmı’nda egemen küresel kendini-yeniden-üreten sistemlere meydan okuyan yeni kendini-yeniden-üreten sistemlerin ortaya çıkacağından bahsetmiştik. Orada bahsettiğimiz tüm örnekler insanlardan oluşan (resmi ya da gayr-ı resmi) organizasyonlardır. Fakat egemen küresel kendini-yeniden-üreten sistemlere meydan okuyan kendini-yeniden-üreten sistemler biyolojik seviyede de ortaya çıkar. Örneğin işgalci türler -yeni çevrelerinde kontrolsüz olarak çoğalan bitkiler ya da hayvanlar[683]- ve bunlarla mücadele etme yöntemlerinin ya da tedavi olanaklarının geliştirilmesinden daha hızlı bir şekilde ortaya çıkan yeni enfeksiyon hastalıkları (örnek: AIDS ve Lyma hastalığı).[684] Bunlarla birlikte, etkili bir şekilde kontrol altına alındığı düşünülen hastalık yayıcı bakteriler antibiyotiklere dirençli yeni türlere evrilirler ve böylece bu hastalıkların tedavisi ya imkansız hale gelir ya da epey zorlaşır.[685] Fakat uzun vadede bu tip kendini-yeniden-üreten sistemler, bilerek ya da bilmeyerek bizzat insanlar tarafından üretilen (genetik mühendisliği yolu ile) biyolojik kendini-yeniden-üreten sistemlerden daha az tehlikeli olacaklardır. İnsanlar tarafından üretilen, değiştirilen ya da maniple edilen organizmaların, sürekli olarak güvenli bir kontrol altında tutulacağını düşünmek için olağanüstü naif olmak gerekir. Üstelik bu tarz organizmaların araştırma tesislerinden kaçtıkları vakalar gibi kontrol altında tutulamadıkları durumlar halihazırda yaşanmıştır.[686] Bu şekilde kontrolden çıkan organizmaların ciddi zararlar verme tehlikesi bulunmaktadır.[687] Örneğin “katil-arı” olarak adlandırılan arılar, Avrupa ve Afrika arılarının bir melezidir ve Brezilya’daki bir araştırma tesisinden kaçmışlardır. O zamandan beri Güney Amerika’nın birçok bölgesi ile birlikte ABD’ye de yayılmışlardır ve yüzlerce kişiyi öldürmüşlerdir.[688] Bu biyolojik kendini-yeniden-üreten sistemlerin egemen küresel kendini-yeniden-üreten sistemlerin hayatta kalmalarını tehdit edecek bir boyuta ulaşmadıkları doğrudur, fakat günümüz biyo-teknolojisi gelecek on yıllarda alabileceği hal ile karşılaştırıldığında henüz bebeklik çağındadır. İnsanoğlunun biyolojiye olan müdahalesi daha da ilerledikçe bu müdahalelerin felaket sonuçlara yol açma riski daha da artmaktadır ve bu müdahaleyi mümkün kılan teknolojik imkanlar mevcut olduğu sürece bu riski kontrol altına almakta kullanılabilecek pratik araçlar bulunmamaktadır. Amatörlerden oluşan küçük gruplar dahi genetik mühendisliği oynamaktadırlar.[689] Bu amatörlerin bir felakete sebep olmaları için sentetik yaşam üretmeleri ya da çok karmaşık şeyler yapmaları gerekli değildir. Mevcut bir organizmadaki bir kaç geni değiştirmek dahi felaket sonuçlara yol açabilir. Tek başına bir değişikliğin felakete yol açma ihtimali düşük olabilir, fakat mikroorganizmaların genleri ile oynamaya başlayacak binlerce ya da milyonlarca potansiyel amatör olabilir ve binlerce ya da milyonlarca küçük risk eklenip çok büyük bir risk oluşturabilir. Bazı insanlar, biyolojik olmayan mikroskobik (“nanoteknolojik”) kendini-yeniden-üreten sistemlerin oluşturulmasının gelecekte mümkün hale geleceğini ve bu kendini-yeniden-üreten sistemlerin tüm dünya için ölümcül sonuçlara yol açabilecek şekilde kontrolsüz olarak çoğalabileceklerini düşünmektedirler.[690] Diğerleri, kendilerini otonom bir şekilde tekrar tekrar üreten (makroskobik) robotların geliştirilebileceğini iddia etmektedir. Fanatik teknoperver Ray Kurzweil dahi bu tarz robotların insan kontrolünün ötesinde bir noktaya evrimleşeceklerini kabul etmektedir.[691] Ben bu spekülasyonların mümkün olup olmadığı ya da bilim kurgu olarak reddedilmeleri mi gerektiği sorusuna cevap verecek bir teknik uzmanlığa sahip değilim. Fakat günümüzün bilim kurgusu yarının gerçeği haline dönüşebilir. Biyolojik ya da biyolojik olmayan mikroskobik boyuttaki kendini-yeniden-üreten sistemler, kısa sürede kendi kendilerini milyarlarca kez yeniden üretebilme yetenekleri sayesinde küresel kendini-yeniden-üreten sistemler için özellikle tehlikeli olabilirler. Diğer yandan, insanlardan oluşan kendini-yeniden-üreten sistemler yalnızca zekaya sahip oldukları için değil, aynı zamanda küresel kendini-yeniden-üreten sistemlerin alt-sistemleri olduklarından ve bu sebeple onların bütünlüğünü bozabileceklerinden, daha tehlikeli olabilirler. Fakat bu tartışma bizi çok fazla spekülasyona sürüklemektedir, bu sebeple bu tartışmayı burada kesiyoruz. **E.** İkinci Bölüm’ün II. Kısmı’nda, görece olarak az sayıda birey arasından “en iyiler” (Darwinci anlamda) seçildiğinde, doğal seçilim sürecinin hayatta kalmaya uygun kendini-yeniden-üreten sistemler üretme konusunda verimsiz olacağını söylemiştik. Bunu bir örnekle açıklamaya çalışacağız. Hükumet kuramlarının ya da şirketlerinin verimliliği özel şirketlere kıyasla berbattır ve bunun sebebi açıktır: Doğal seçilim devlet kuramları ya da şirketleri için işlemez. Hükumetin sahip olduğu ya da hükümet tarafından kontrol edilen bir kurum ya da şirket verimsizse -hatta bu verimsizlik korkunç düzeylerde olsa dahi- devlet bu organizasyonlarda bir şekilde reform yapmaya çalışır ya da dışarıdan para vererek çökmelerini engeller. Herhangi bir devlet, bu tarz bir kurum ya da şirketin doğal bir şekilde ölmesine çok nadiren izin verir. Buna koşut olarak, verimsiz hale gelen özel işletmeler (devlet müdahalesi olmadığında) doğal seçilim tarafından elemine edilirler.[692] Doğal seçilim özel işletmeler bünyesinde, -tıpkı biyolojik organizmalarda olduğu gibi-, bu işletmeleri sağlıklı yapan birçok sofistike mekanizmanın gelişmesine sebep olur. Bunlara, anlaşılması, kontrol edilmesi, hatta insanlar tarafından fark edilmesi çok güç olan karmaşık mekanizmalar da dahildir. İşletme yönetimi alanını inceleyenler, başarılı işletmelerin sahip olduğu birçok mekanizmanın neler olduklarını elbette anlamaktadırlar. Fakat bu mekanizmaların tümünü tam olarak anlamaktan uzak oldukları açıktır. Çünkü özel işletmeleri verimli yapan mekanizmaların tümü anlaşılmış olsaydı, devlet kurumları ya da şirketleri de aynı prensiplerin uygulanması ile eşit derecede verimli hale gelebilirlerdi. Hükumet kurumları ve işletmeleri, işletme yönetiminin bilinen ilkelerini uygulamaya çalışırlar; fakat yine de özel işletmeler ile kıyaslandıklarında çok daha verimsizdirler—çünkü bir işletmeyi verimli kılan özelliklerin çoğu, insanların bilgisinin ya da kontrolünün ötesinde kalır. Doğal seçilim, herhangi bir devletin kurumları ya da işletmeleri seviyesinde yürürlükte olmasa da devletler ve yönettikleri uluslar seviyesinde yürürlüktedir. Örneğin komünist blok ülkeleri Batı ile rekabetlerinde başarısız olmuşlardır ve hükumet biçimlerini ve ekonomik sistemlerini Batılı hükumet ve ekonomik sistemleri örnek alınarak radikal bir şekilde dönüştürmüşlerdir. Sovyetler Birliği dağılmış ve parçalarından yeni devletler altında yeni uluslar doğmuştur. Peki neden doğal seçilim, ona bağlı olan kurumlar ve işletmeler ile birlikte ulusal hükumetleri de özel işletmelerle aynı düzeyde sağlıklı ve verimli yapmaz? Herhangi bir kapitalist sistemde binlerce işletme bulunur. Sürekli olarak yeni işletmeler ortaya çıkarken kimi eski işletmeler iflas ederler, daha güçlüleri tarafından yutulurlar veya iki ya da daha fazla işletmeye bölünürler. Dolayısı ile, doğal seçilim yolu ile evrimin gerçekleşeceği büyük bir alan, işletmelerin sayısı ve işletmelerin sürekli olarak kurulup ortadan kaldırılması ile yaratılmış olur. Fakat dünyada yalnızca iki yüz adet civarında bağımsız ulus bulunmaktadır. Yeni ulusların doğması ve eskilerinin ortadan kalkması nadir yaşanan olaylardır. Bir ulusun sahip olduğu devletin yeni bir devlet biçimiyle değiştirilmesi de nadirdir. Dolayısı ile, uluslar ve devletler bünyesinde doğal seçilim yolu ile evrimin yaşanabileceği oldukça dar bir alan vardır. Bize göre bu durum, kurumları ve işletmeleri ile birlikte devletlerin, özel işletmeler ile aynı verimliliği yakalayacak şekilde evrimleşememelerinin bir nedenidir. **F.** Toplumların gelişmesi üzerine düşünürken yapılan en ciddi hata, insanların kendi toplumları hakkında özgür iradeleri ile kolektif kararlar verdiklerini ve bu kararları toplumları üzerinde uygulayabildikleri™ varsaymaktır; sanki insan iradesi toplumun organizasyonel yapısının dışında bir şeymiş ve bu yapılardan bağımsız bir şekilde hareket edebilirmiş gibi. Gerçekte insan iradesi, büyük oranda, toplumun organizasyonel yapısının bir ürünüdür. Çünkü bir organizasyonun başarısını belirleyen en önemli faktör, onun insan yönetme kapasitesidir. Yani insanları organizasyonun ihtiyaçları uyarınca düşünmeye ve davranmaya yönlendirme kabiliyeti. Bazı insan yönetme teknikleri “dışsal” olarak adlandırılabilir; bunun anlamı, bu tekniklerin, onları uygulayan organizasyonun üyesi olmayan kişilerin düşünce ve davranışlarını etkilemek için kullanıldıklarıdır. Dışsal tekniklere, diğer başkaları ile birlikte, propaganda ve halkla ilişkiler de dahildir. Propaganda ve halkla ilişkiler teknikleri, bu teknikleri uygulayan organizasyonun üyelerinin davranışlarını yönetmek için içsel olarak da uygulanabilir ve başka bazı teknikler özel olarak içsel kullanım için tasarlanmışlardır. İşletme okulları “Örgütsel Davranış” olarak adlandırılan bir konuda eğitimler verirler; bu eğitimler, bir bölümü ile, bir organizasyonun kendi üyelerinin davranışlarını yönetmesini sağlayacak tekniklerin çalışılmasıdır.[693] Organizasyonun üyesi olabilecek nitelikte kişilerin seçilmesi için kullanılan teknikler de önemlidir.[694] Fakat biz, organizasyonların insan yönetimi kabiliyetlerinin teknikler ile, yani insanlar tarafından kavranan ve bilinçli bir şekilde uygulanan yöntemler ile sınırlı olmadıklarını düşünüyoruz. Organizasyonların, doğal seçilim yolu ile, üyelerini organizasyonun çıkarlarına uygun bir şekilde davranmaya yönelten ve insanlar tarafından fark edilmeyen ya da anlaşılmayan mekanizmalar da geliştirdiklerini ileri sürmekteyiz. Bu durum, mevcut Ek’in E Bölümü’nde tartıştığımız doğal seçilimin işletmeler düzeyindeki işlerliği ile bağlantılıdır. Tabii ki, tüm bu bilinçli ve bilinçsiz mekanizmaların toplamı insan davranışları üzerinde tam bir kontrole ulaşmaktan oldukça uzaktır. Bu mekanizmalar yalnızca istatistiksel anlamda etkilidirler: İnsanları, ortalama olarak, bu mekanizmalara sahip organizasyonların çıkarları uyarınca düşünmeye ve davranmaya sevk edebilirler. Fakat farklı bireyler bu mekanizmalardan farklı düzeylerde etkilenirler ve düşünceleri ve davranışları söz konusu organizasyonların ihtiyaçlarına zıt olan istisna bireyler her zaman mevcuttur. Yine de, organizasyonların insan yönetme kapasiteleri, ister bilinçli olarak uygulanan teknikler olsunlar ister insanların fark edemediği bir tarzda evrimleşen mekanizmalar olsunlar, büyük öneme sahiptirler. Bu sebeple, “Biz [bir bütün olarak toplum anlamında], çevremize zarar vermekten vazgeçebiliriz.” -sanki insan ırkı bir şekilde kolektif bir iradeye sahipmiş gibi- tarzı naif cümleler kuran insanlar, pratikte gerçeklikten oldukça uzaktırlar. Biraz önce, organizasyonların insanlar tarafından fark edilmeyen ya da anlaşılmayan ve insanları organizasyonun ihtiyaçları doğrultusunda hareket etmeye yönlendiren mekanizmaları doğal seçilim yolu ile geliştirdiklerini söylemiştik. Bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım. Teknolojik ve ekonomik gücün savaşlarda muazzam önem kazandığı yakın zamanlara kadar, bir toplumun askerlerinin savaşçı niteliği, toplumlar arasındaki doğal seçilim sürecinde önemli bir faktördü. Her şey eşit olduğunda, en iyi savaşçıları yetiştiren toplumlar diğer toplumlar hilafına güçlerini genişletme eğilimine sahiptiler. Askeri uzmanların, savaşçı niteliğindeki farklılıkları yalnızca eğitim teknikleri ve askeri organizasyon teknikleri gibi insanlar tarafından bilinen ve kontrol edilen sebeplerle açıklayabilmeleri pek olası değildir. Toplumlar arasında askerlerin savaşçı niteliklerini etkileyen kültürel farklılıklar -yalnızca çok spekülatif temelde tam olarak ne oldukları belirlenebilecek farklılıklar- bulunmaktadır. Toplumlar muhtemelen doğal seçilim yolu ile daha iyi askerler yetiştirmelerini mümkün kılan kültürel mekanizmalar geliştirmişlerdir. İlkel toplumlar ya da daha erken bir medeniyet aşamasında bulunan toplumlar meydan savaşlarında eğitimli ve tecrübeli Avrupa’lı birliklere karşı -eğer Avrupalılar düşmanlarına kıyasla çok az sayıda değillerse, tuzağa düşürülmemişlerse, bilinmeyen bir arazi sebebiyle kafaları karışmadıysa ya da başka bir sebeple avantajsız durumda değillerse- her zaman için yenilmişlerdir.[695] Bu durum, yalnızca Avrupa silahlarının üstünlüğüne atfedilemez.[696] Çünkü savaş koşullarının tümü için bu silahların üstün olduğu söylenemez. Bu durum fiziksel cesarete de bağlanamaz çünkü ilkeller bireysel bazda muhtemelen Avrupalılardan daha cesurdurlar.[697] Avrupalı birliklerin üstünlüğünü en iyi açıklayan şey, Avrupa tarihinin sürekli devam eden savaşlar ile şekillendiği binlerce yıl boyunca işleyen doğal seçilim sürecinde evrimleşen (tam olarak bilinmeyen) kültürel mekanizmalardır. İlkeller arasında da tabii ki sürekli savaşlar olmuştur, fakat bu savaşlar meydan savaşlarından ziyade gerilla tarzı akınlar şeklinde olmuştur. Dolayısı ile ilkellerin mükemmel gerilla savaşçıları olmaları, fakat Avrupalılar ile eşit koşullarda mücadele edebilecek düzenli ordular ortaya koyamamaları gayet normaldir. Normalde Aztek ve İnkalar gibi medeniyetin erken dönemlerinde bulunan toplumların meydan savaşları konusunda geniş tecrübeleri bulunmaktadır. Fakat muhtemelen savaş konusunda Avrupa toplumlarının geçtiği uzunlukta ve yoğunlukta bir seçilim sürecinden geçmemişlerdir ve bu yüzden savaş meydanlarında Avrupalılar karşısında daima hezimete uğramışlardır. Askerlerin savaşçı nitelikleri üzerinde sonsuza kadar tartışılabilir. Fakat biz burada ne savaşçı niteliklerin bizzat kendisi ile ilgileniyoruz ne de bu nitelikler hakkında bir değer yargısında bulunuyoruz. Buradaki amacımız yalnızca, insan organizasyonlarının hayatta kalmak ve genişlemek için doğal seçiliminin yönlendirmesi ile çeşitli mekanizmalar geliştirdiklerini göstermektir ve bu mekanizmalara insanlar tarafından fark edilmeyen ya da anlaşılamayan mekanizmalar da dahildir. **G.** Bu kitabın İkinci Bölümü’nde geliştirilen teorinin henüz tamamlanmamış bir sunumu üzerine yorum yapan Dr. Skrbina küçük, izole bir adanın teorinin amaçları açısından Dünya’nın bütününün bir örneği olarak alınabileceğini söylemiştir. Böylece, insanların yaşamadığı küçük bir adada teoriyi reddeden bir örnek bulunup bulunamayacağı meselesini gündeme getirmiştir.[698] Bu problemin doyurucu bir şekilde tartışılması için küçük, izole adaların biyolojisi hakkında ayrıntılı bilgi gerekmektedir; ki bu kitabın yazarı böyle bir bilgiye sahip değildir. Sadece şunu belirtelim ki, ada ne kadar küçükse sahip olduğu biyo-çeşitlilik o kadar azdır.[699] Bu durum, böyle bir adanın ekosisteminin “yüksek oranda karmaşık” (endüstriyel kazaları çalışanların kullandığı anlamda) olmasını engelleyecektir ve bu yüzden adanın ekosistemi, egemen kendini-yeniden-üreten sistemlere meydan okuyacak yeni kendini-yeniden-üreten sistemlerin sürekli olarak ortaya çıkmasını mümkün kılacak “zenginlikte” olmayacaktır. (İkinci Bölüm’ün 1. Tespitinde belirtildiği gibi.) İnsan yaşamının olmadığı adalar tartışmasını burada bırakalım. Jared Diamond’un iki örneğini sunduğu, insanların ilkel bir teknolojik seviyede yaşadığı küçük, izole adaları incelemek faydalı olabilir: Paskalya Adası ve Tikopia. Paskalya Adası teorimizi yanlışlayan bir örneği kesinlikle oluşturmamaktadır. Çünkü bu adanın sakinleri burayı sınırlı teknolojilerinin verdiği imkanlar ölçüsünde mahvetmişlerdir.[700] [701] [702] Tikopia ise daha yakından bir incelemeyi hak etmektedir. Tikopia o kadar küçüktür ki (4,5 km254), iyi bir koşucu adanın şekline, koştuğu arazinin yapısına ve patikaların engebesine vb. bağlı olarak adanın bir yerinden diğerine bir saat on dakikada koşabilir. Bu sebeple, Tikopia’nın herhangi iki noktası arasında yeterince hızlı bir ulaşım ve iletişimin mümkün olduğu söylenebilir; böylece tüm adayı kapsayan kendini-yeniden-üreten sistemler -İkinci Bölüm’de bahsedilen küresel-kendini-yeniden üreten sistemlere benzeyen sistemler- ortaya çıkabilir. Tikopia’nın uzak geçmişinde bu tarz kendini-yeniden-üreten sistemlerin ortaya çıkıp çıkmadığını bilmek imkansızdır. Fakat bildiğimiz, adanın orijinal sakinlerinin ilk sekiz yüz yıl içinde Tikopia’yı ekolojik olarak mahvettikleridir.55 Fakat -muhtemelen gelişmiş teknolojiye sahip olmadıkları için- insan nüfusunun büyük bir yok oluşuna sebep olacak seviyede mahvetmemiş gözükmektedirler. Bunun aksine, yeni gıda üretim tekniklerini benimseyerek ihtiyaçlarını karşılayabilmişlerdir.[703] Ekonomilerinin istikrarlı olarak adlandırılıp adlandırılamayacağı kesin değildir. Çünkü Avrupalılar ile ilk yoğun temasın yaşandığı M.S. 1900’e kadar geçen iki bin sene boyunca ekonomik yapılarını sürekli olarak değiştirmişlerdir, ancak ekonomik bir çöküş yaşamamışlardır.[704] Tikopialıların, İkinci Bölüm’ün 2. Kısmı’nda bahsedilen “dünya barışına” benzer bir duruma ulaştıkları gözükmektedir—fakat birazdan belirteceğimiz gibi bu, tam olarak istikrarlı bir durum değildi. Ulaşabildiği istikrar seviyesine ulaşmasının sebebi ise Tikopia toplumunun karmaşık ve sıkı bağlantılı (tightly-coupled) olmaması ve Tikopia adasının, adada bulunan egemen kendini-yeniden-üreten sistemlere meydan okuyacak yeni kendini-yeniden-üreten sistemlerin ortaya çıkmasına izin verecek kadar zengin olmamasıdır. (İkinci Bölüm’ün 1. Tespitinde belirtildiği şekilde.) Adanın toplam nüfusu ancak 1.300 civarındaydı[705] ve bu kadar küçük bir nüfusa ve kültürel bütünlüğe sahip bir adada agresif insan gruplarından oluşan yeni ve güçlü kendini-yeniden-üreten sistemlerin makul bir zaman diliminde ortaya çıkması beklenemez. Yine de Tikopia’daki “dünya barışının” tüm yıkıcı rekabeti önleyecek kadar istikrarlı olduğu söylenemez: En azından iki kez, klanların bütün olarak yok edildiği savaşlar yaşanmıştır.[706] Tikopialılar yalnızca ilkel silahlarla savaştıkları için (yay, ok vb.) yaptıkları savaşlar çevrelerine değil Tikopialıların kendisine zarar vermiştir. Savaşırken kullanabilecekleri gelişmiş teknolojiye sahip olsalardı neler olabileceğini zihnimizde canlandırabiliriz. Çoğumuz Birinci Dünya Savaşı’nın bombalar ile delik deşik olan savaş alanlarını, yanıp kül olan ormanları vb. görmüşüzdür. Elbette Tikopia gibi bir adanın yüksek teknolojiyi mümkün kılacak mineral kaynaklara sahip olması ihtimal dahilinde değildir. Fakat bunlara sahip olsaydı, şiddet içermeyen ekonomik rekabet dahi -yalnızca madencilik faaliyeti bile- adayı mahvetmek için yeterli olurdu. Bu sebeple Tikopia örneği, İkinci Bölüm’de geliştirilen teoriyi yanlışlamamaktadır. Adalılar gelişmiş teknolojiye sahip olmadıkları için toplumları çok karmaşık, sıkıca birbirine geçmiş bir hale gelmemiştir ve Tikopia, yeni agresif kendini-yeniden-üreten sistemlerin sürekli olarak ortaya çıkmasını sağlayacak kadar “zengin” (İkinci Bölüm, 1. Tespit anlamında) olmadığı için, teorinin uygulanabilir olmasını sağlayacak koşullara sahip değildir. ** Ek Üç: Hedefte Kalın Takip eden yazı, John Jay College of Criminal Justice’ta bir öğrenci gazetesi olan John Jay Sentine? în baş editörüne gönderilen bir mektubun tekrar yazılmış halidir. Mektubun orijinal hali Sentinel’in Mart 2011 ve Nisan 2011 sayılarında yayınlanmıştır. Editör, kapitalizm bünyesinde gerçekleşen ekonomik rekabetin teknolojinin gelişmesini teşvik ettiğini doğru bir şekilde vurgulamıştır. Bu sebeple bana, kapitalizmin ortadan kaldırılması için zaman ve çaba harcamanın faydalı olup olmayacağını sormuştur. Benim cevabım şu şekildedir: Teknolojik sistemin kötü olduğunu düşünen bizler sıklıkla onunla bağlantılı bazı ikincil kötülüklere saldırma eğilimine kapılabiliriz: Kapitalizm, küreselleşme, merkezileşme, bürokrasi, büyük müdahil devletler, çevresel sorunlar ve devasa ekonomik eşitsizlik gibi. Fakat bu tarz bağlantılı ikincil kötülüklere saldırma eğiliminden uzak durmak gerekir. Saydığım kötülüklerin teknolojik sistemin kaçınılmaz sonuçları olduğu vurgulanabilir ve bu şekilde teknolojik sisteme saldırılabilir tabii ki. Fakat bu ikincil kötülüklerden bir tanesine teknolojik sistemden bağımsız olarak saldırmak pek mantıklı olmayacaktır. Bağlantılı kötülüklere tek başına saldırmayı çekici kılan şey, bu kötülüklerden nefret eden çok sayıda kişinin hali hazırda mevcut olması ve bu kişilerin bu kötülüklere karşı harekete daha kolay geçirilebilecek olmasıdır. Bu kötülüklerden birisi ortadan kaldırılabilirse teknolojik sistemin büyümesi yavaşlatılabilecek ve olumsuz sonuçları bir anlamda törpülenecektir. Örneğin kapitalizm, günümüzde teknolojik gelişmeye en elverişli sistemdir. Bu sebeple kapitalizmden kurtularak, teknolojik gelişmeyi belirli bir oranda yavaşlatabilirsiniz; üstelik ekonomik eşitsizliği de azaltmış olursunuz. Küreselleşme ekonomik ve teknolojik verimliliğe katkı sağlar; çünkü teknik ve doğal kaynakların, insan kaynağının, dünyanın herhangi bir bölgesinden bunlara ihtiyaç duyulan diğer bölgelerine özgürce taşınabilmesini sağlar ve bunun açık avantajları vardır. Bu sebeple küreselleşmeyi sona erdirip dünyanın her bir bölgesini diğerlerinden ekonomik olarak izole edebilirseniz, teknolojik gelişmeyi de epey yavaşlatabilirsiniz. Merkezileşme de teknolojik gelişme için önemlidir. Örneğin ABD ekonomisinin düzgün işleyebilmesi için, bankacılık ve para basılması gibi faaliyetleri düzenleyen merkezi bir otoritenin olması gerekir. Aksi durumda Amerikan ekonomisi, Almanya’nın ulusal birliğini sağlamasından önce çok sayıda küçük bağımsız devletlere bölünmüş olduğu ve bunların her birinin kendi bankacılık regülasyonları, kendi para birimi, kendi ağırlık ve ölçü birimleri vb. olduğu zamanlarda yaşadığı zorlukları yaşar.[707] Ne kadar küçük devlet varsa o kadar sivil ve ceza kanunu, bir o kadar farklı kağıt ve madeni para, bir o kadar farklı askeri, finansal ve ulaşım bağlantılı kurum bulunuyordu. Württemberg vatandaşı Baden’e gitmek için pasaporta ihtiyaç duyuyordu. Baden vatandaşlarının Kaburg-Gotha, Braunshweig ya da Schwarzburg-Rudolstadt’ta kalabilmek için paralarını ilgili ülkelerin para birimlerine değiştirmeleri gerekiyordu.[708] Normal bir ekonomik gelişmenin sağlanabilmesi için Almanya’nın finansal ve ticari regülasyonunun 19. yüzyılın çoğunluğunu kapsayan bir merkezileşme sürecinden geçmesi gerekmiştir.[709] Eğer Almanya’daki merkezileşme süreci bir şekilde geri döndürülebilirse -ya da ABD veya başka bir ülkede aynı şey başarılabilirse- oradaki ekonomik büyüme ve teknolojik gelişme de büyük oranda önlenebilir. Peki tüm bunlara rağmen neden merkezileşmeye saldırmak kötü bir fikirdir? Birincisi, merkezileşmeye başarılı bir şekilde saldırmak muazzam zor olacaktır. Bir organizasyonun ya da hareketin tüm enerjisini bu saldırıya yoğunlaştırması gerekecektir. Üstelik merkezileşmeyi büyük oranda azaltma konusunda başarılı olsa dahi, bunun sonucu teknolojik gelişmeyi ancak belirli bir oranda yavaşlatmak olacaktır. Ne teknolojik sistem ne de onunla bağlantılı temel kötülükler ortadan kaldırılmış olacaktır. Böylece, hareket merkezileşmeye saldırarak kaynaklarını verimsiz bir şekilde kullanmış olacaktır: Çok mütevazi bir kazanç uğruna muazzam bir enerji harcamış olacaktır. Daha da kötüsü, hareketin enerjisini merkezileşmeye karşı yürüttüğü kampanyaya yoğunlaştırması en önemli hedef olan teknolojik sistem üzerinden (kendisinin ve diğer insanların) dikkatlerin dağılmasına sebep olacaktır. Her halükarda, merkezileşmeye karşı bir saldırı başarılı olamaz. Elbette, merkezileşmenin ekonomik olarak verimsiz olduğu durumlarda merkezileşmeyi önlemek konusunda özel bir zorluk yaşanmayabilir. Örneğin ekonomik faaliyet üzerinde aşırı merkezi kontrol, diğer adıyla sosyalizm, verimsizliği sebebi ile ortadan kalkmıştır. Fakat verimliliği artırdığı noktalarda merkezileşmenin oluşması ve yaygınlaşması doğal seçilim süreci ile garanti altına alınır.[710] Daha merkezileşmiş sistemler (merkezileşmenin verimliliği artırdığı alanlarda) daha az merkezileşmiş sistemlere göre daha iyi performans sergiler. Bu yüzden öncekiler sonrakiler hilafına yayılma eğilimi gösterir. Verimsizlik insanlar üzerinde ekonomik ve diğer başka zorluklar oluşturduğu için çoğunluk adem-i merkeziyetçiliğe karşı gelecektir. Şu anda merkeziyetçilik hakkında olumsuz görüşe sahip olanların çoğu dahi, verimlilik anlamında kendilerine olumsuz etki ettiğini tecrübe ettiklerinde, adem-i merkeziyetçiliğe karşı geleceklerdir. Örneğin ABD’deki her eyalete kendi para politikasını oluşturma ve diğer eyaletlerden bağımsız olarak kendi parasını basma hakkını vermeye çalışırsanız teklifiniz gülünç karşılanıp reddedilecektir. Böyle bir önlemi gerçekleştirmek konusunda bir şekilde başarılı olsanız dahi bunun olumsuz sonuçları -finansal kaos vb.- bir çok insanı çileden çıkaracaktır ve parasal meselelerdeki merkezi kontrol tekrar yürürlüğe girecektir. Söylemeye gerek yok ki, gelecekte yaşanacak gelişmeler merkezi sistemleri daha az merkezi olanlara kıyasla ekonomik ve teknolojik açıdan daha verimsiz hale getirirse merkezileşmeyi kaldırmak daha kolay olacaktır. Fakat bu durumda merkezileşmeye karşı saldırınız teknolojik gelişmeyi yavaşlatmak yerine hızlandıracaktır. Her iki durumda da merkezileşmeye saldırmak teknolojik gelişmeye direnmenin etkin bir yolu değildir. Yukarıdakilere çok benzer argümanlar kapitalizmi ortadan kaldırmak ile ilgili çabalar için de geçerlidir. Hareketin kapitalizmi ortadan kaldırmak ile ilgili bir umuda sahip olabilmesi için tüm çabasını bu hedef üzerinde yoğunlaştırması gerekir. Üstelik kapitalizmi ortadan kaldırmakta başarılı olsa dahi elde edeceği kazanç çok mütevazı olacaktır. Çünkü daha yavaş bir ritimde de olsa teknolojinin gelişmesi devam edecektir. Örneğin Sovyetler Birliğinde kapitalizm yoktu, fakat bu ülkenin teknolojik açıdan gelişmemiş olduğu söylenemez. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce dahi Sovyetler, nükleer fizikte lider ülkelerden birisiydi.[711] MiG 15 jet uçakları, Batılı güçleri Kore savaşında hızı ve çevikliği ile şok etmişti.[712] [713] Sovyetler başarılı bir şekilde jet yolcu uçağı geliştiren ilk ülke idi: Tu-1047. Sovyetler Birliği uzaya yapay uydu gönderen ilk ülke idi.[714] Bu sebeple, kapitalizmin ortadan kaldırılmasına odaklanan bir anti-teknolojik hareket, harcadığı olağanüstü çabaya rağmen çok mütevazi bir kazanç elde edebilecektir. Daha da kötüsü, hareket kapitalizme odaklanarak, kendisinin ve diğer insanların dikkatinin çok daha önemli olan teknolojik sistemi ortadan kaldırma hedefinden dağılmasına sebep olacaktır. Üstelik kapitalizme saldırmak beyhude olacaktır, ya da yalnızca geçici olarak ve en fazla birkaç ülkede başarılı olabilecektir. Kapitalizm doğal seçilim ile dünyanın egemen ekonomik sistemi haline gelmiştir. Diğer sistemlerin yerini almıştır, çünkü günümüz koşullarında kapitalizm ekonomik ve teknolojik olarak daha verimlidir. Bu yüzden, bazı ülkelerde kapitalizmden kurtulsanız dahi, bu ülkelerin kapitalist olmayan sistemlerinin görece verimsizliği ortaya çıktıkça kapitalist ekonomik yapılara doğru güçlü bir geri yönelim göstereceklerdir. Bu tecrübe ile sabittir: Doğu Avrupa’nın sosyalist ülkeleri Batı ile teknolojik ve ekonomik açıdan rekabet edemediklerinden kapitalist sistemlere geçmişlerdir. İsveç bir zamanlar ideolojik olarak sosyalistti, fakat pratik olarak sosyalizm bu ülkede hiçbir zaman çok ilerilere gitmemiştir. Günümüzde İsveç hâlâ kapitalist bir refah devletidir—ve ekonomik verimlilik adına sosyal hakları törpüledikçe refah devleti niteliği de gün geçtikçe azalmaktadır.[715] Çin nominal olarak sosyalist olmaya devam etmektedir; fakat ekonomik başarı adına Çin Hükümeti, yüksek miktarda özel teşebbüse -yani kapitalizme- müsaade etmektedir.[716] Nikaragua’daki Sandinistalar hâlâ sosyalist olma iddiasındadırlar, fakat gerçekte kapitalizme yönelmektedirler.[717] Yazar, şu anda dünyada kapitalizmin olmadığı yalnızca iki ülke bilmektedir: Küba ve Kuzey Kore. Kimse Küba ve Kuzey Kore’yi taklit etmek istememektedir, çünkü bu ülkeler birer ekonomik başarısızlık abideleridir. Bu sebeple günümüzde (2011) Küba kapitalizm yolunda ürkek bir takım adımlar atmaktadır.[718] Dolayısı ile, teknolojik bir dünyada yaşadığımız müddetçe ve kapitalizm ekonomik ve teknolojik açıdan daha verimli bir sistem tarafından geride bırakılmadıkça kapitalizmden asla kurtulamayacağız. Merkezileşme ve kapitalizm bağlamında öne sürülen bu argümanlar küreselleşme, bürokrasi, büyük müdahil devletler, çevresel tahribat ve ortadan kaldırılması yalnızca teknolojik sistemin verimliliğini etkileyecek ancak gelişmesini durduramayacak olan diğer başka kötülükler için de geçerlidir. Toplum nezdinde teknolojik sistemin değerleri yaygın olduğu müddetçe çoğu insan o sistemin işleyişini ciddi bir şekilde etkileyecek herhangi bir önlemin uygulanmasını kabul etmeyecektir. İnsanların bu önlemleri kabul etmesini sağlamak için, modern teknolojinin varsayılan “faydalarının,” bu faydalar için ödenmesi gereken bedeli karşılamadıklarına ikna edilmeleri gerekir. Bu sebeple ideolojik saldırınız modern teknolojinin kendisine odaklanmalıdır. Kapitalizmi, küreselleşmeyi, merkezileşmeyi ya da teknolojik sisteme bağlı herhangi bir kötülüğü ortadan kaldırmaya çalışmak, teknolojik sistemin bütününü ortadan kaldırmak üzerindeki dikkatlerin dağılmasına sebep olur. ** Ek Dört: Jeo-Mühendisliğin Uzun Dönemli Etkileri 2009 yılında aldığım bir mektup, modern teknolojinin en tehlikeli yanının nükleer silahlar olup olmadığını soruyordu. Takip eden, verdiğim cevabın baştan yazılmış halidir. Modern teknolojinin en tehlikeli yönü muhtemelen nükleer silahlar değildir. Küresel ısınmanın telafi edilmesi için geliştirilen yöntemlerin modern teknolojinin en tehlikeli unsuru olduğu söylenebilir. Uluslar, nükleer silahları kullanmaktan, en azından geniş ölçüde kullanmaktan kaçınmak konusunda çok güçlü bir eğilime sahiptirler. Çünkü nükleer silahların bu şekilde bir kullanımı intihar ile eş anlamlı olacaktır. Bu, hiç bir zaman bir nükleer savaş çıkmayacak demek değildir. Tam tersi, böyle bir risk vardır. Fakat öngörülebilir gelecek açısından geniş ölçekli bir nükleer savaş en azından yüksek bir olasılık değildir. Diğer yandan, ulusların karbondioksit emisyonlarını küresel ısınmanın felaket bir noktaya gelmesini engellemeye yetecek miktarda ve zamanda azaltmaları imkansız gözükmektedir. Bunun yerine küresel ısınma “jeo-mühendislik” teknikleri ile kontrol altına alınmaya çalışılacaktır. Bu, Dünya’nın ikliminin kabul edilebilir sınırlarda tutulması adına suni bir şekilde yönetilmesi anlamına gelecektir.[719] Dünya’nın ikliminin yönetilmesi için önerilen birçok araçtan üçü şunlardır: i) Toz halindeki demir parçacıklarının okyanuslara pompalanması ve böylece karbondi oksidi atmosferden çekecek planktonların çoğaltılması.[720] ii) Atmosferdeki karbondioksidi tüketecek mikroorganizmaların genetik mühendisliği yolu ile oluşturulması.[721] iii) Karbondioksidin orada sonsuza dek tutulmak üzere yer altı depolarına pompalanması.[722] Jeo-mühendislik ile ilgili herhangi bir girişim, bu girişimin sonrasında derhal yaşanabilecek bir felaket ile ilgili ciddi riskler barındırmaktadır. “Balistik füze savunması ile ilgili problemler jeo-mühendislik ile karşılaştırıldığında çok kolay gözükür. Jeo-mühendisliğin ilk seferinde tam olarak doğru çalışması gerekir.”[723] Yeni teknolojik çözümlerin sürekli olarak deneme yanılma süreci ile düzeltilmesi gerekir. Bu tarz çözümler çok nadir olarak “ilk seferinde tam olarak doğru” çalışırlar. Bu sebeple insanlar, “[jeo-mühendisliği] haklı olarak korkunç bir şey olarak görürler.”[724] Fakat biz jeo-mühendisliğin ilk seferinde tam olarak doğru çalıştığını varsayalım. Buna rağmen uzun dönemli sonuçlarının bir felaket olacağını söylemek için her türlü sebep mevcuttur. Birincisi, çevreye müdahale etmek ile ilgili her girişim, hemen hemen her zaman, öngörülmeyen ve istenmeyen sonuçlar doğurur. Bu istenmeyen sonuçları düzeltmek için çevreye daha fazla müdahale etmek gerekir. Bunun sonucunda başka öngörülmemiş sonuçlar doğar ve bu süreç böyle devam eder. Problemlerimizi çevreye müdahale ederek çözmeye çalıştıkça kendimizi gittikçe daha derin belaların içerisinde buluruz. İkincisi, Dünya’nın ikliminin ve atmosferinin kompozisyonun karmaşık yaşam formlarının evrimleşmesine ve hayatta kalmasına izin verecek sınırlar içerisinde kalması yüzlerce milyon sene süren bir zaman dilimi boyunca doğal süreçler tarafından sağlanmıştır. Bu zaman diliminin birçok noktasında iklim, birçok türün yok olmasına sebep olacak kadar değişiklik göstermiştir. Fakat bu değişimler hiçbir zaman karmaşık organizmaların tamamını ortadan kaldıracak aşırı noktalara gitmemiştir. Dünya’nın ikliminin yönetimini insanlar kendi ellerine aldıklarında, iklimi yaşanabilir sınırlar içerisinde tutan doğal süreçler bu işlevi yerine getirme kapasitelerini kaybedeceklerdir. Bu olaydan sonra iklim tamamı ile insan yönetimine bağımlı hale gelecektir. Dünya iklimi küresel bir fenomen olduğu için bağımsız yerel gruplarca yönetilemez. İklimin yönetiminin dünya çapında örgütlenmesi gerekir ve dolayısı ile dünya çapında hızlı iletişime ihtiyaç duyar. Bu ve diğer başka sebepler yüzenden, dünya ikliminin insanlar tarafından yönetilmesi teknolojik medeniyete bağlı olacaktır. Eski medeniyetlerin her biri sonunda yok olmuştur ve modern teknolojik medeniyet de er ya da geç yok olacaktır. Bu gerçekleştiğinde, iklimin insanlar tarafından yönetiminin imkanları ortadan kalkacaktır. İklimi belirli sınırlar içerisinde tutan doğal süreçler bunun öncesinde zaten ortadan kaldırıldığı için Dünya ikliminin bir kaos durumuna savrulması beklenebilir. Yüksek olasılıkla Dünya, karmaşık yaşam formlarının hayatta kalabilmesi için ya çok sıcak ya da çok soğuk hale gelecektir, ya da oksijenin atmosferdeki yüzdesi çok düşük seviyelere inecektir veya atmosfer zehirli gazlar ile zehirlenecek veya başka bir atmosferik felaket yaşanacaktır. Üçüncüsü, Dünya yönetilen bir iklime sahip olduğunda teknolojik sistemin devamlılığı hayatta kalabilmek için zorunlu görülecektir. Çünkü biraz önce vurguladığımız gibi, teknolojik sistemin çöküşü iklimin radikal ve ölümcül bir şekilde bozulmasına sebep olacaktır. Devrim ya da başka yollardan teknolojik sistemin ortadan kaldırılması neredeyse intihar ile eş anlamlı hale gelecektir. Hayatta kalmak için sistemin varlığı olmazsa olmaz görülecektir ve bu yüzden ona meydan okumak neredeyse imkansız hale gelecektir. Toplumumuzun elitleri -bilim adamları ve mühendisler, şirket yöneticileri, resmi devlet görevlileri ve politikacılar- nükleer savaştan çekinirler, çünkü nükleer savaş onların sonu anlamına gelecektir. Fakat onlara güçlerini ve statülerini veren sistemin vazgeçilmez ve herhangi bir ciddi meydan okumaya karşı bağışık hale geldiğini görmekten müthiş memnun olacaklardır. Sonuç olarak, nükleer savaşı önlemek için her türlü çabayı göstereceklerdir. Fakat dünyanın iklimini yönetmeyi seve seve üzerilerine alacaklardır. ** Alıntılanmış Eserler Listesi Acohido, Byron, “Hactivist group seeks ‘satisfaction’”, USA Today, June 20, 2011. Acohido, Byron, “LulzSec’s gone, but its effects lives on,” USA Today, June 28, 2011. Acohido, Byron, “Hackers mine and strategies for tools,” USA Today, July 16, 2013. Acohido, Byron and Peter Eisler, “How a low-level insider could steal from NSA,” USA Today, June 12, 2013. Aditya Batra. Bknz. Batra. Agüero. Bknz. Conte Agüero. Agustin, José, Tragicomedia Mexicana, Vol. 1, Coleccison Espejo de Mexico, Editorial Planeta Mexicana, 1990, 5. Basım, 1992. Alinsky, Saul D., Rules for Radicals: A Pragmatic Primer for Realistic Radicals, Vintage Books, Random House, New York, 1989. Allan, Nicole, “We’re Running Out of Antibiotics,” The Atlantic, March 2014. Ashford, Nicholas A., and Ralph P. Hall, Technology, Globalization and Sustainable Development: Transforming the Industrial State, Yale University Press, New Haven, Connecticut, 2011 Astor, Gerals, The Greatest War: Americans in Combat 1941-1945, Presidio Press, Novato, California, 1999. Barbour. Bknz. Duncan. Barja, Cesar, Libros y Autores Clasicos, Vermont Printing Company, Brattleboro, Vermont, 1922 Barrow, Geoffrey W.S., Robert Bruce & The Community of the Realm of Scotland, Third Edition, Edinburg University Press, Edinburg, 1988, yeni basım 1999. Batra, Aditya, “A revolution gone awry,” Down to Earth, [[http://www.downtoearth.org.in][http://www.downtoearth.org.in]], May, 31, 2011. Bu makalenin 22 Haziran 2012 tarihinde indirilmiş bir kopyası University of Michigan’s Special Collections Library at Ann Arbor’daki Labadie Collection’da ulaşılabilir olacaktır. Bazant, Jan, A Concise History of Mexico: From Hidalgo to Cardenas, 1805-1940, Cambridge University Press, Cambridge, U.K., 1977. Beatty, Thomas J., vd., “An obligately photosynthetic bacterial anaerobe from a deep-sea hydrothermal vent,” Proceedings of the National Academy of Sciences U.S.A., Vol. 102, No. 26, June 28, 2005, syf. 9306-9310. Benton, Michael J., “Instant Expert 9: Mass Extinctions,” New Scientist, Vol. 209, No. 2802, March 5, 2011, syf. İ-viii. Benon’s makalesi New Scientist’in bu sayısının 32 ve 33 sayflarında bulunmaktadır. Blau, Melinda, Killer Bees, Steck-Vaughn Publishers, Austin, Texas, 1992. Bolivar. Bknz. Soriano. Boorstin, Daniel J., The Americans: The Colonial Experience, Phoenix Press, London, 2000. Botz. Bknz. La Botz. Bourne, Joel K., Jr., “The End of Plenty,” National Geographic, June 2009. Bowditch, James L., Anthony F. Buono, and Marcus M. Stewart, A Primer on Organizational Behavior, Seventh Edition, John Wiley & Sons, Hoboken, New Jersey, 2008. Bradsher; Keith, “’Social Risk’ The Test Ordered by China for Big Projects,” New York Times International, Nov. 12, 2012. Brathwait, Richard, English Gentleman, 1630. Brower, David, “Foreword,”, Wilkinson’da. Buchanan, Scott (ed.), The Portable Plato, terc. Benjamin Jowett, Penguin Books, New York, 1977. Buhle Paul, and Edmund B. Sullivan, Images of American Radicalism, Second Edition, The Christopher Publishing House, Hanover, Massachussetts, 1999. Bury, J.B., The Idea of Progress: An Inquiry into Its Origin and Growth, Dover Publications, New York, 1955. Butler, Samuel, Hudibras. Caputo, Philip, “The Border of Madness,” The Atlantic, Dec. 2009. Carr, Nicholas, “The Great Forgetting,” The Atlantic, Nov. 2013. Carrillo, Santiago, Eurocomunismo y Estado, Editorial Critica, Grupo Editorial Grijalbo, Barcelona, 1977. Carroll, Chris, “Small Town Nukes,” National Geographic, March 2010. Cebrian, José Luis vd., La Segunda Guerra Mundia: 50 anos despues, No. 67, “Operacion Walkiria. Objetivo: matar al Führer,” Prensa Espanola, Madrid, 1989. Chernow, Ron, Alexander Hamilton, Penguin Books, New York, 2004. Christian, Brian, “Mind vs. Machine,” The Atlantic, March 2011. Christman, Henry M. (ed.), Essential Works ofLenin, Bantam Books, New York, 1966. Churchill, Winston, A History of the English-Speaking Peoples, Vol. Four, The Great Democracies, Bantam Books, New York, 1963. Conte Agüero, Luis, Cartas del Presidio, Editorial Lex, Havana, 1959. Coon, Carleton S., The Hunting Peoples, Little, Brown and Company, Boston, 1971. Currey, Cecil B., Road to Revolution: Benjamin Franklin in England, 1795-1775, Anchor Books, Doubleday, Garden City, New York, 1968. Davidson, Adam, “Making it in America,” The Atlantic, Jan./Feb. 2012. Davies, Nigel, The Aztecs: A History, University of Oklahoma Press, Norman, Oklahoma, 1980, dördüncü baskı, 1989. De Gaulle, Bknz. Gaulle. Dennett, Daniel C., Darwin’s Dangerous Idea, Simon & Schuster, New York, 1995. Diamond, Jared, Collapse: How Societies Choose to Fail or Succeed, Penguin Books, New York, 2011. Dimitrov, Georgi, The United Front, International Publishers, New York, 1938. Di Telle. Bknz. Tella. Dorpalen, Andreas, German History in Marxist Perspective: The East German Approach, Wayne State University Press, Detroit, 1988. Drehle, David von, “The Little State That Could,” Time, Dec. 5, 2011. Dulles, Foster Rhea, Labor in America: A History, Third Edition, AHM Publishing Corporation, Northbrook, Illinois, 1966. Duncan, A.A.M. (ed.), John Barbour’s The Bruce, Canongate Books, Edinburg, 1997. Duxbury, Alyn C. and Alison B., An Introduction to World’s Oceans, Third Edition, Wm. C. Brown Publishers, Dubuque, Iowa, 1991. Ejaz, Sohail, vd., “Endoctine Distrupting Pesticides: A Leading Cause of Cancer Among Rural People in Pakistan,” Experimental Oncology, June 2004, Vol. 26, No. 2, Suf. 98-105. Elias, Norbert, The Civilizing Process, terc. Edmund Jephcott, Revised Edition, Blackwell Publishing, Malden, Massachusetts, 2000. Emerson, Ralph Waldo, Self-Reliance and Other Essays, Dover Publications, New York, 1993. Engels, Friedrich, Letter to Joseph Bloch, Sept. 21-22, 1890, Der sozialistische Akademiker, 1. Jahrgang, Nummer 19, Oct. 1, 1895. Bizim sahip olduğumuz hali ilke mektup Das Elektrosische Archiv, [[http://www.dearchiv.de/php/dok.php][http://www.dearchiv.de/php/dok.php]]? archiv=mew&brett MEW037&f... da bulunmaktadır. Feeney, John, “Agriculture: Ending the World as We Know It,” The Zephyr, Aug.-Sept.2010. Fluharty, V.L., Dance of the Millions: Military Rule and the Social Revolution in Colombia (19301956), University of Pittsburgh Press, 1957. Folger, Tim, “The Secret Ingredients of Everything,” National Geographic, June 2011. Foroohar, Rana, “What Happeden to Upward Mobility?,” Time, Nov. 14, 2011. Foroohar, Rana, “Companies Are the New Countries,” Time, Feb. 12, 2012. French, Howard W., “E.O. Wilson’s Theory of Everything,” The Atlantic, Nov. 2011. Fukuyama, Francis, “The End of History?,” The National Interest, No. 16, Summer 1989, syf. 3-18. Gallagher, Matt, “No Longer a Soldier,” The Week, Feb. 11, 2011 Garcia, Antonio, Gaitan y el problema de la Revolucion Colombiana, Cooperativa de Artes Graficas, Bogota, 1955 Gastrow, Peter, Termites at Work: Transnational Organized Crime and State Erosion in Kenya -Comprehensive Research Findings, International Peace Institute, New York, Sept. 2011. Gastrow, Peter, Termites at Work: A Report on Transnational Organized Crime and State Erosion in Kenya - Comprehensive Research Findings, International Peace Institute, New York, Dec. 2011. Gaulle, Charles de, The Complete War Memoirs of Charles de Gaulle, ter. Jonathan Griffin ve Richard Howard, Caroll & Graff Publishers, New York, 1998. Gilbert, Martin, The European Powers, 1900-1945, Phoenix Press, London, 2002. Gilbert, Martin, The Second World War: A Complete History, Revised Edition, Henry Holt and Company, New York, 2004. Glendinning, Chellis, “Notes Toward a Neo-Luddite Manifesto,” Utne Reader, March/April 1990. Glendinning’in makelesi Skrbina, syf. 275-78’de yeniden basılmıştır. Makalenin orjinaline dair kaynak Dr. Skrbina tarafından sunulmuştur. (Bu kitabın yazarına 28 Temmuz 2010 tarihli mektup.) Glendinning’in makalesinin Utne Reader’da yayınladığı şekli ile orjinalini görmedim, Skrbina’da yeniden basıldığı haline dayanıyorum. Goldberg, Jeffrey, “Monarch in the Middle,” The Atlantic, April 2003. Graham, Hugh Davis, and Ted Robert Gurr (ed.) Violence in America: Historical and Comperative Perspectives, Bantam Books, New York, 1970 Grossman, Lev, “Singularity,” Time, Feb. 21, 2011. Guevara, Ernesto “Che”, Diario de Bolivia, Ediciones B, Barcelona, 1996. Guillette, Elizabeth A. vd. “An Antropological Approach to the Evaluation of Preschool Children Exposed to Pesticides in Mexico,” Environmental Health Perspectives, Vol. 106, No. 6, June 1998, syf. 347-353. Hamilton, Anita, “The Bug That’s Eating America,” Time, July 4, 2011. Hammer, Joshua, “Getting Past the Troubles,” Smithsonian Magazine, March 2009. Haraszti, Zoltan, John Adams & The Prophets of Progress, The Universal Library, Grosset & Dunlap, New Yorki 1964. Harford, Tim, “What Nuclear Reactor Can Teach Us About the Economy,” Financial Times, Jan. 15, 2011. Hart. Bknz. Liddell Hart. Heilbroner, Robert, and Aaron Singer, The Economic Transformation of America Since 1865, Harcourt Brace College Publishers, Forth Worth, Texas, 1994. Hitler, Adolph [sic], Mein Kampf, Houghton Mifflin, Boston, 1943. Hoffer, Eric, The True Believer, Harper Perennial, Harper Collins, New York, 1989. Horowitz, Irving Louis, El Comunismo Cubano: 1959-1979, İngilizceden tercüme eden Noevia Lugones ve Ruben Miranda, Biblioteca Cubana Comtemporanea, Editorial Playor, 1978/79. Hoyle, Fred, Of Men and Galaxies, University of Washington Press, Seattle, 1964. Huenefeld, John, The Community Activist’s Handbook, Beacon Press, Boston, 1970. Illich, Ivan, Tools for Conviviality, Harper & Row, New York, 1973. Ivey, Bill, Handmaking America: A Back-to-Basics Pathway to a Revitalized American Democracy, Counterpoint, Berkeley, California, 2012. Jacobsan, Douglas W., “The Founding of Zegota,” Polish American Journal, Sept. 2011. Jenkins, Roy, Churchill: A Biography, Plume, a member of Penguin Putnami Inc., New York, 2002. Johnson, Keith, and Russell Gold, “U.S. Oil Notches Record Growth,” Wall Street Journal, June 13, 2013. Joy, Bill, “Why the Future Doesn’t Need Us,” Wired, April 2000. Kaczynski, Theodore John, Technological Slavery, Feral House, Port Townsend, Washington, 2010. Kaufmann, Walter (ed.), The Portable Nietzsche, Penguin Books, New York, 1976. Kee, Robert, The Green Flag: A History of Irish Nationalism, Penguin Books, London, 2000. Keefe, Patrick Radden, “Cat-and-Mouse Games,” New York Review, May, 26, 2005. Keegan, John, The Second World War, Penguin Books, New York, 1990. Keiper, Adam, “The Nanotechnology Revolution,” The New Atlantis: A Journal of Technology and Society, Number 2, Summer 2003. Kelly, Kevin, What Technology Wants, Penguin Books, New York, 2011. Kendrick, Thomas Downing, A History of Vikings, Dover Publications, Mineola, New York, 2004. Kerr, Richard A., “Life Goes to Extremes in the Deep Earth - and Elsewhere?,” Science, Vol. 276, No. 5313, May 2, 1997, syf. 703-04. Kiviat, Barbara, “Below the Line,” Time, Nov. 28, 2011. Klein, Naomi, “Capitalism vs. The Climate,” The Nation, Nov. 28, 2011. Klemm, Friedrich, A History of Western Technology, terc. Dorothea Waley Singer, M.I.T. Press, Cambridge, Massachusetts, 1964, altıncı baskı, 1978. Knab, Sophie Hodorowicz, “Polish Farm Family Paid the Ultimate price for Hiding the Jews,” Polish American Journal, Nov. 2012. Koch, Wendy, “Nuclear industry sees new generation of reactors,” USA Today, Nov. 27, 2012. Krauss, Clifford, “South African Company to Build U.S. Plan to Convert Gas to Liquid Fuels,” New York Times Business, Dec. 4, 2012. Kunzig, Robert, “World Without Ice,” National Geographic, Oct. 2011. Kurzweil Ray, The Singularity is Near, Penguin Books, New York, 2006. La Botz, Dan, Democracy in Mexico: Peasont Rebellion and Political Reform, South End Press, Boston, 1995. Le Blanc, Steven A., Constant Battles: The Myth of the Peaceful, Noble Savage, St. Martin’s Press, New York, 2003. Lee, Martha F., Earth First! Environmental Apocalypse, Syracuse University Press, Syracuse, New York, 1995 Leger, Donna Leinwand and Anna Arutunyan, “Meet the architects of data theft,” USA Today, march 6, 2014. Lenin, Vladimir Illich, Lenin on Organization, Lenin Library, Daily Worker Publishing Company, Chicago, 1926. Lenin, Vladimir Illich, Collected Works, International Publishers, New York, İki farklı basımdan faydalanıyoruz 1929 ve 1942. Leslie, John, “Return of the killer nanobots,” Times Literary Supplement, Aug. 1, 2003. Leuchtenburg, William E., Franklin D. Roosevelt and the New Deal, 1932-1940, Harper & Row, New York, 1963. Levin, Simon A. (ed.), Princeton Guide to Ecology, Princeton University Press, Princeton, New Jersey, 2009. Liddell Hart, B.H. The Real War, 1914-1918, Little, Brown and Company, Boston, 1964. Lidtke, Vernon L., The Outlawed Party: Social Democracy in Germany, 1878-1890, Princeton University Press, Princeton, New Jersey, 1966. Lieberman, Bruce, “Meanwhile, on a Planet Nearby...,” Air & Space, June/July 2013. Lipsher, Steve, “Guilty pleas unveil the tale of eco-arson on Vail summit,” The Denver Post, Dec. 15, 2006. Lockwood Lee, Castro’s Cuba, Cuba’s Fidel, Macmillan, New York, 1967. Lohr, Steve, “More Jobs Predicted for Machines, Not People,” New York Times, Late Edition (East Coast), Oct. 24, 2011. Lorenz, Edward N., The Essence of Chaos, University of Washington Press, Seattle, 1993. Lukowski, Jerxy, and Hubert Zawadzki, A Concise History of Poland, Second Edition, Cambridge University Press, Cambridge, U.K. 2006, 5. Baskı, 2011. MacFadyen, Dugald, Alfred the West Saxon, King of the English, J.M. Dent & Co., London, 1901. MacLeod, Calum, “China sees unfulfilled potential in wind,” USA Today, Sept. 28, 2009. Malpass, Michael A., Daily Life in the Inca Empire, Greenwood Press, Westport, Connecticut, 1996. Manchester, William, The Arms of Krupp, 1587-1968, Bantam Books, Toronto, 1970. Mann, Charles C., “What if We Never Run Out of Oil?,” The Atlantic, May 2013. Mao Zedong (Tsetung), Selected Readings from the Works of Mao Tsetung, Foreign Language Press, Peking (Beijing), 1971. Margonelli, Lisa, “Down and Dirty,” The Atlantic, May 2009. Markoff, John, “Ay Robot! Scientists Worry Machines May Outsmart Man,” New York Times, July 26, 2009. Martin, Joseph Plumb, Memoir of a Revolutionary Soldier, Dover Publications, Mineola, New York, 2006. Marx, Karl, and Friedrich Engels, The Communist Manifesto, terc. Samuel Moore, Simon & Schuster, New York, 1964. Matheny, Keith, “Solar pland pit green vs. green: Renewable energy projects could threaten species, habitat,” USA Today, June 2, 2011. Matthews, Herbert L., Fidel Castro, Simon & Schuster, New York, 1969. McCullough, David, John Adams, Simon & Schuster, New York, 2002. McKibben, Bill, Enough: Staying Human in an Engineered Age, Times Books, New York, 2003. McKinney, Michael L., and Julie L. Lockwood, “Biotic homogenization: a few winners replacing many losers in the next mass extinction,” Trends in Ecology and Evolution, Vol. 14, Issue 11, Nov. 1999, suf. 450-53. Mellow, Craig, “Jet Race: In 1956, the Soviets held the first place - briefly,” Air & Space, Oct./Nov. 2013. Milstein, Michael, “Pilot not included,” Air & Space, June/July 2011. Mote, Frederick W., Imperial China, 900-1800, Harvard University Press, Cambridge, Massachusetts, 2003. Murphy, Audie, To Hell and Back, Owl Books, Henry Holt and Company, New York, 2002. Naess, Arne, Ecology, Community and Lifestyle: Outline of an Ecosophy, terc. David Rothenberg, Cambridge University Press, Cambridge, U.K. 1989. Naruo Uehara, “Green Revolution” (editorial), Japan Medical Association Journal, Vol. 49, No.7&8, July/Aug. 2006, syf. 235. Nevins, Allan, Study in Power: John D. Rockefeller, Industrialist and Philanthropist (2 Vols.), Charles Scribner’s Sons, New York, 1953. Nissani, Moti, Lives in the Balance: The Cold War and American Politics, 1945-1991, Hollowbrook Publishing/Dowser Publishing Group, Wakefield, New Hampshire/Carson City, Nevada, 1992. Norris, Frank, The Octopus: A Story of California, Doubleday, Garden City, New York, 1947. Noyes, J.H., History of American Socialism, J.B. Lippincott & Co., Philadelphia, 1870. Okada. Bknz. Yukinori. O’Regan, Davin, “Narco-states: Africa’s next menace,” International Herald Tribune, March 13, 2012. Orr, H. Allen, “The God Project,” The New Yorker, April 3, 2006. Padgett, Tim, and Ioan Grillo, “Mexico’s Meth Warrior’s,” Time, June 28, 2010. Pandita, Rahul, Hello, Bastar: The Untold Story of India’s Maoist Movement, Tranquebar Press, Chennai, 2011. Paterson, James T., America in the Twentieth Century: A History, Fifth Edition, Harcourt College Publishers, Forth Worth, Texas, 2000. Payne, Stanley G., El Franquismo, Segunda Parte, 1950-1959. Apertura exterior y planes de estabilizacion, Arlanza Ediciones, Madris, 2005. Paz, Fernando, Europa bajo los escombros: Los bombardeos aereos en la Segunda Guerra Mundial, Altera, Barcelona, 2008. Peck, Don, “They’re Watching You at Work,” The Atlantic, Dec. 2013. Perrow, Charles, Normal Accidents: Living With High-Risk Technologies, Basic Books, New York, 1984. Perrow, Charles, The Next Catastrophe: Reducing our vulnerabilities to natural, industrial, and terrorist disasters, Princeton University Press, Princeton, New Jersey, 2007. Peterson, Christopher L., “Fannie Mae, Freddie Mac, and the Home Mortgage Foreclosure Crisis,” Loyola University New Orleans Journal of Public Interest Law, Vol. 10, 2009, syf. 149-170. Pipes, Richard (ed.), The Unknown Lenin: From the Secret Archive, Yale University Press, New Haven, Connecticut, 1998. Pirenne, Henri, Mohammed and Charlemagne, Meridian Books, The World Publishing Company, Cleveland, Ohio, 1957. Plato. Bknz. Buchanan. Quammen, David, “How Animals and Humans Exchange Disease,” National Geographic, Oct. 2007. Radzinsky, Edvard, The Last Tsar: The Life and Death of Nicholas II, terc. Marian Schwartz, Doubleday, New York, 1992. Randall, Willard Sterne, Thomas Jefferson: A Life, Harper Collins, New York, 1994. Read, Piers Paul, The Templars, Da Capo Press, 2001. Reed, Stanley, “Shell Bets on a Colossal Floating Liquefied Natural Gas Factory off Australia,” New York Times Business, Nov. 13, 2012. Reid, P.R. The Colditz Story, J.B. Lippincott Company, Philadelphia, 1953. Remnick, David, “The Talk of the Town,” The New Yorker, Aug. 25. 2008. Rifkin, Jeremy, The Third Industrial Revolution: How Lateral Power is Transforming Energy, the Economy, and the World, Palgrave Macmillan, a division of St. Martin’s Press, New York, 2011. Rosanthal, Elizabeth, “U.S. Is Forecast to be No. 1 Oil Producer,” New York Times Business, Nov. 13, 2012 Rossi, A., The Rise of Italian Fascism, 1918-1922, ter. Peter and Dorothy Wait, Methuen, London, 1938. Rossiter, Clinton, The American Presidency, Time, Inc. Book Division, New York, 1960. Rothkopf, David, “Command and Control,” Time, Jan. 30, 2012. Rotman, David, “How Technology is Destroying Jobs,” MIT Technology Review, Vol. 116, No. 4, July/Aug. 2013, syf. 28-35. Russell, Diana E.H., Rebellion, Revolution, and Armed Force: A Comparative Study of Fifteen Countries with Special Emphasis on Cuba and South Africa, Academic Press, New York, 1974. Sallust (Gaius Sallustius Crispus), The Jugurthine War; The Conspiracy of Catiline, ter. S.A. Handford, Penguin Books, Baltimore, 1967. Sampson, Anthony, Mandela: The Authorized Biography, Alfred A. Knopf, New York, 1999. Saney, Isaac, Cuba: A Revolution in Motion, Fernwood Publishing, London, 2004. Saporito, Bill, “Hack Attack,” Time, July 4, 2011. Sarewitz, Daniel and Roger Pielke, Jr. “Learning to Live With Fossil Fuels,” The Atlantic, May 2013. Schebesta Paul, Die-Bambuti-Pygmaen vom Ituri, II. Band, I. Teil, Institut Royal Colonial Belge, Brussels, 1941. Seligman, Martin E.P., Helplessness: On Depression, Development, and Death, W.H. Freeman and Company, New York, 1992. Selznick Philip, The Organizational Weapon: A Study of Bolshevik Strategy and Tactics, The Free Press of Glencoe, Illinois, 1960. Shapiro, Fred R. (ed.), The Yale Book of Quotations, Yale University Press, New Haven, Connecticut, 2006. Sharer, Robert J., The Ancient Maya, Fifth Edition, Stanford University Press, Stanford, California, 1994. Shattuck, Roger, “In the Thick of Things,” The New York Review, May 26, 2005. Shukman, Henry, “After the apocalypse,” The Week, April 1, 2011. Silverman, Kenneth (ed.), Benjamin Franklin: The Autobiography and Other Writings, Penguin Books, New York, 1986. Skidelsky, Robert, John Maynard Keynes, Vol. Three, Fighting for Freedom, 1937-1946, Viking Penguin, New York, 2001. Skrbina David (ed.), Confronting Technology, Creative Fire Press, Detroit, 2010. Smelser, Neil J., Theory of Collective Behavior, Macmillan, New York, 1971. Smith, Alice Kimball, and Charles Weiner (eds.), Robert Oppenheimer: Letters and Recollections, Stanford University Press, Stanford, California, 1995. Smith, Joseph Burkholder, Portrait of a Cold Warrior, Ballantine Books, New York, 1981. Sodhi, Navjot S., Barry W. Brook, and Corey J.A. Bradshaw, “Causes and Consequences of Species Extinctions,” in Levin, syf. 514-520. Sohail Ejaz. Bknz. Ejaz. Somers, James, “The Man Who Would Teach Machines to Think,” The Atlantic, Nov. 2013. Soriano, Graciela (ed.), Simon Bolivar: Escritos politicos, Alianza Editorial, Madrid, 1975. Stafford, David, Secret Agent: The True Story of the Covert War Against Hitler, The Overlook Press, New York, 2001. Stalin, J., Foundations of Leninism, International Publishers, New York, 1932. Starr, Chester G., The Origins of Greek Civilizationi 1100-650 B.C., W.W. Norton & Company, New York, 1991. Steele, David Ramsay, From Marx to Mises: Post-Capitalist Society and the Challenge of Economic Calculation, Open Court, La Salle, Illinois, 1992. Stigler, George J., The Theory of Price, Fourth Edition, Macmillan, New York, 1987. Suarez, Luis, Franco: Cronica de un tiempo. Victoria frente al bloqueo. Desde 1945 hasta 1953, Editorial Actas, Madrid, 2001. Sueiro, Daniel, and Bernardo Diaz Nosty, Historia del Franquismo, Vol. I, Sociedad Anonima de Revistas, Periodicos y Ediciones, Madrid, 1986. Surowiecki, James, “Fuel for thought,” The New Yorker, July 23, 2007. Tacitus, Publius (Gaius) Cornelius, The Annals, ter. Alfred John Church and William Jackson Brodribb, Dover Publications, Mineola, New York, 2006. Tannenbaum, Frank, Peace by Revolution: Mexico After 1910, Columbia University Press, New York, 1996. Tella, Torcuato S. Di, Gino Germani, Jorge Graciarena y colaboradores, Argentina, Sociedad de Masas, Editorial Universitaria de Buenos Aires, tercera edicion, 1971. Thuston, Robert W., Life and Terror in Stalin’s Russia, 1934-1941, Yale University Press, New Haven, Connecticut, 1996. Tipton, Frank B., “The National Consensus in German Economic History,” Central European History, Vol. 7, No. 3 (Sept. 1974), syf. 195-224. Trotsky, Leon, History of the Russian Revolution, ter. Max Eastman, Pathfinder, New York, 1980. Turnbull, Colin M., The Forest People, Simon and Schuster, New York, 1962. Turnbull, Colin M., Wayward Servants: The Two Worlds of the African Pygmies, Natural History Press, Garden City, New York, 1965. Turnbull, Colin M., The Mbuti Pygmies: Change and Adaptation, Harcourt Brace College Publishers, Forth Worth, Texas, 1983. Uehara. Bknz. Naruo. Utt, Ronald D., “The Subprime Mortgage Market Collapse: A Primer on the Causes and Possible Solutions,” Backgrounder No. 2127, April 22, 2008 (The Heritage Foundation tarafından yayınlanmıştır.) Vance, Ashlee, “Merely Human? So Yesterday,” New York Times Sunday Business, June 13, 2010. Vassilyev, A.T., The Ochrana, J.B. Lippincott Company, Philadelphia, 1930. Vergano, Dan, “Mobster myths revisited,” USA Today, June 20, 2013. Vick, Karl, “The Ultra-Holy City,” Time, Aug. 13, 2012. Wald, Matthew L., “Nuclear Industry Seeks Interim Site to Receive Waste,” New York Times, Aug. 27, 1993. Wald, Matthew, L., “What Now for Nuclear Waste?,” Scientific American, Vol. 301, No. 2, Aug. 2009, syf. 46-53. Walsh, Bryan, “The Gas Dilemma,” Time, April 11, 2011. Walsh, Bryan, “Power Surge: The U.S. is undergoing an energy revolution,” Time, Oct. 7, 2013. Ward, Peter, The Medea Hypothesis, Princeton University Press, Princeton, New Jersey, 2009. Watson, Traci, “Gold Rush days leave toxic legacy,” USA Today, Oct. 29, 2013. Watts, Meriel, Pesticides: Sowing Poison, Growing Hunger, Reaping Sorrow, Second Edition, Pesticide Action Network Asia and the Pacific, 2010. Weise, Elizabeth, “DIY ‘biopunks’ want science in hands of people,” USA Today, June 1, 2011. Weise, Elizabeth, “Invasive species blighting the landscape,” USA Today, Nov. 28, 2011. Welch, William M., “Bird deaths soar at wind farms,” USA Today, Sept. 22, 2009. Whittle, Richard, “The Drone Started Here,” Air & Space, April/May 2013. Wilkinson, Todd, Science Under Siege: The Politicians’ War on Nature and Truth, Johnson Books, Boulder, Colorado, 1998. Wissler, Clark, Indians of the United States, Revised Edition, Anchor Books, Random House, New York, 1989. Wolk, Martin, “Combat Missions of American Airmen to Poland in World War II: A Story of Charles Keutman,” Polish American Journal, June 2012. Woo, Elaine, “Pole saved 2.500 Jewish kids in WWII,” The Denver Post, May 13, 2008. Wood, Graeme, “Moving Heaven and Earth,” The Atlantic, July/Aug. 2009. Woodall, Curt, Letter to editor, Air & Space, Feb. 2011. Yukinori Okada and Susumu Wakai, “The Longitudinal Effects of the ‘Green Revolution’ on the Infant Mortality Rate in Thailand,” Japan Medical Association Journal, Vol. 49, No. 7 & 8, July/Aug. 2006, syf. 236-242. Zakaria, Fareed, “Don’t Make Hollow Threats,” Newsweek, Aug. 22, 2005. Zakaria, Rafiq, The Struggle Within Islam, Penguin Books, London, 1989. Zierenberg, Robert A., Micheal W.W. Adams, and Alissa J. Arp, “Life in extreme environments: Hydrothermal vents,” Proceedings of the National Academy of Sciences U.S.A., Vol. 97, No. 24, Nov. 21, 2000, syf. 12961-62. Zimmermann, G.A., Das Neunzehnte Jahrhundert: Geschichtlicher und Kulturhistoricher Rückblick, Zweite Halfte, Zweiter Theil, Druck und Verlag von Geo. Brumder, Milwaukee, 1902. *** Yazar İsmi Olmayan Eserler Air & Space Magazine Anarchy: A Journal of Desire Armed Atlantic, The Bible, The Holy: The King James Version; New English Bible; Revised English Bible; New International Version Constitution of the United States Denver Post, The Economist, The Federal Reporter GMO Quarterly Letter, published by GMO Corporation Green Anarchy Newspaper Historical Materialism (Marx, Engels, Lenin), Progress Publishers, 1972. ISAIF = Industrial Society and Its Future, Kaczynski, syf. 37-120. (Türkçede Sanayi ve Toplumu ve Geleceği (STVG) adıyla Kaos Yayınları tarafından yayınlanmıştır.) Los Angeles Times, The Merriam-Webster Dictionary, The, Merriam-Webster, Incorporated, Springfield, Massachusetts, 2004. National Geographic Magazine NEB = The New Encylopaedia Britannica, Fifteenth Edition. New York Times, The Newsweek Polish American Journal Popular Science Science News Scientific American Select Committee to Study Governmental Operations With Respect to Intelligence Activities, Final Report, S. Rep. No. 755, Book II (Intelligence Activities and the Rights of Americans), 94th Congress, Second Session (1976). Time Magazine USA Today US News & World Report Vegetarian Times Wall Street Journal, The Warrior Wind No. 2 Week, The Wired magazine World Book Encyclopedia, The, edition of 2011. [1] Bu tarz insanlardan birçok mektup aldım. Üstelik sadece Birleşik Devletler’de bulunanlardan değil, dünyanın başka birçok ülkesinde bulunanlardan da. [2] “Taktik”, “strateji”, “büyük strateji” en azından kökenleri itibari ile askeri terimlerdir. Taktik, özel bir muharebenin kazanılmasını icap eden anlık bir amaç için kullanılan teknikleri kapsar. Strateji, daha geniş kararlar ve daha uzun zaman aralıkları ile ilgilenir ve bir ya da bir dizi muharebeyi kazanmak için gerekli hazırlıkları da içerir. Büyük strateji, bir ulusun hedeflerinin savaş yolu ile elde edilmesindeki tüm bir süreç ile ilgilenir ve bu sürecin yalnızca askeri boyutları ile değil, aynı zamanda politik, psikolojik, ekonomik vb. faktörleri ile de ilgilenir. Bakınız, örnek: NEB (2003), Vol. 29, “War, Theory and Conduct of’, syf. 647. “Taktik”, “strateji” ve “büyük strateji” terimleri, analoji yolu ile savaş ve askeri konular ile hiç ilgisi olmayan bağlamlarda da kullanılmıştır. [3] Mevcut çalışma için el yazmasını çabucak hazırlamak gerektiğinden, Julie Ault’un el yazması hazırlanışı ile ilgili tavsiyelerini göz ardı etmek zorunda kaldım. Söylememe gerek yok ki, Julie, bu nedenle oluşabilecek hatalardan sorumlu değildir. [4] Redondilla, in Barja, syf. 176. Serbest çeviri: “İyi için plan yapıldığında, bir kötülük saptırır onu. İyi gelir fakat etki etmez, kötü ise etkili ve süreklidir.”’ [5] Tacitus, Book III, Chapt. 18, syf. 112. [6] Bu meselenin epey basitleştirilmiş bir halidir, ancak amaçlarımız için gerçeğe yeteri kadar yakındır. Bakınız: NEB (2003), Vol. 4, “Federal Reserve System,” syf. 712, ve Vol. 8, “monetary policy,” syf. 251252; WorldBookEncylopedia, 2011, Vol. 7, “Federal Reserve System,” syf. 65. [7] NEB (2003), Vol. 20, “Greek and Roman Civilization,” syf. 295-96. [8] Age., syf. 304-05. [9] NEB (1997), Vol. 22, “Italy,” syf. 195. [10] Simon Bolivar, Gen. Juan Jose Flores’e mektup, Nov. 9, 1830, Soriano, syf. 169. [11] Heilbroner & Singer, syf. 122. [12] Patterson, syf. 402-3. [13] Olaylar Patterson tarafından anlatılmaktadır, syf. 396-405, olaylardan çıkarılan sonuçlar bana aittir. [14] Kaczynski, syf. 279’da belirtildiği gibi, bu kuralın en azından 3 kategoriden oluşan istisnaları bulunmaktadır. Fakat bu istisnaların mevcut bölümle çok az bir ilgisi bulunmaktadır. [15] NEB (2003), Vol. 20, “Greek and Roman Civilizations,” syf. 228-29. Starr, syf. 314, 315, 317, 334 & not 8, syf. 350, 358’e de bakınız. [16] NEB (2003), Vol. 20, “Germany”, syf. 114. [17] NEB (2003), Vol.15, “Bismarck,” syf. 124. Bismarck’ın genel olarak kariyeri için bknz. age., syf. 121-24; age., Vol. 20, “Germany,” syf. 109-114; Zimmermann, Chapts. 1&7; Dorpalen, syf. 219-220, 229231, 255-56, 259-260 & note 53. [18] Constitution of the United States, Amendments XVIII & XXI. Patterson, syf. 167-69. NEB(2003), Vol. 29, “United States of America,” syf. 254-55. Vergano, syf 3A’da, Loyola University Chicago’dan Arthur Lurigo’nun şu sözlerini aktarmaktadır: “Yasak... nüfusun genelinin nefretini kazanması bakımından ve organize suçun Chicago’da politik bir temel kazanmasına sebep olması açısından özeldir.” [19] Naruo Uehara, syf. 235. [20] Bourne, syf. 46-47. [21] Örneğin: Sohail Ejaz vd., syf. 98-102 (Pakistan, tıbbi etkiler); Yukinori Okada & Susumi Wakai, syf. 236-242 (Tayland, ekonomik ve tıbbi etkiler); Naruo Uehara, syf. 235 (belirtilmemiş ülkelerde çölleşme ile birlikte muhtelif etkiler); Aditya Batra (Sri Lanka, tıbbi etkiler); Guillette vd., syf. 347-353 (Meksika, tıbbi ve davranışsal etkiler); Watts (tüm çalışma) (muhtelif ülkeler, muhtelif etkiler). [22] NEB (2003), Vol.4, “Eisenhower, Dwight D(avid),” syf. 405; vol.18, “Energy Conversion,” syf. 383; Vol. 29, “United Nations,” syf. 144. [23] Smith & Weiner, syf. 271, 291, 295, 310, 311, 328. [24] NEB (2003), Vol. 29, “United Nations,” syf. 144. [25] F. Zakaria, syf. 34. [26] The Economist, June 18, 2001, “Move the base camp,” syf. 18, 20 ve “The growing appeal of zero,” syf. 69. [27] Bknz. Kaczynski, syf. 314-15, 417-18; “Radioactive fuel rods: The silent threat,” The Week, April 15, 2001, syf. 13. [28] Joy, syf. 239. [29] Steele, syf. 5-21. Serbest pazarın, bir ekonominin verimliliğini “otomatik olarak” maksimize eden bir mekanizma sunduğu iddia edilmiştir. Bu görüş kanıtlanmamıştır ve muhtemelen isabetli olmaktan uzaktır. Fakat aşırı karmaşıklığın rasyonel olarak planlanmış ekonomileri imkansız kıldığı argümanı çok güçlüdür. [30] Age., syf. 83. Stigler, syf. 113. [31] “Bu bilginin toplanabileceğini varsaymak ‘saçmalıktır’... .” Steele, syf. 83 [32] Konuşmanın metni Lorenz’de bulunabilir, syf. 181-84. [33] Time, May 5, 2008, syf. 18. The Week, May 2, 2008, syf. 35. [34] NEB (2003), Vol. 3, “chaos”, syf. 92. [35] Age., Vol. 25, “Physical Sciences, Principles of,” syf. 826. [36] Age., syf. 826-27. [37] Age., syf. 826. [38] Bknz. Kaczynski, syf. 357-58. [39] Bknz. Kelly, syf. 159ff. Fakat Moore’un kendisi yasanın “kendi kendi doğrulayan bir kehanet” olduğunu düşünmektedir. Yani yasa, insanlar ona inandığı için geçerliliğini sürdürmeye devam etmektedir. Age., syf. 162. [40] Kurzweil, syf. 351-368. [41] Russell Paradoksu: Bir kümeye yalnız ve yalnızca kendisinin bir üyesi değil ise “normal” diyelim ve K tüm normal kümelerin bir kümesi olsun. Bu durumda K normal midir değil midir? [42] Not 36’ya bakınız. [43] Thurston, p. xviii. [44] Heilbroner & Singer, syf. 112. [45] Elias, syf. 543 not 1. [46] Age., syf 367. Fakat Elias şöyle devam ediyor: “Fakat bu, bu süreçten, daha ‘akla yatkın’ ve ihtiyaçlarımız ve amaçlarımız doğrultusunda işleyen bir şey çıkaramayacağımız anlamına gelmez. İnsanların kendi işlerinin ve amaçlarının iç içe geçmiş bu kör dinamiği, tam da medenileşme süreci ile kesişerek, sosyal ve bireysel anlamda planlı bir müdahalenin imkanlarının genişlediği bir noktaya doğru gitmektedir—bu yapıların dinamiklerinin planlanmamış olmasının genişleyen bilgisine dayalı bir müdahale.” Fakat Elias, Avrupa toplumunun tarihteki değişimi ile ilgili yaptığı ampirik çalışamalar ile kuvvetli bir şekilde desteklenen, daha önceki tarihsel değişimin planlanmamış ve bilinçli olmayan karakteri ile ilgili söylediklerinin tersine, spekülasyondan ibaret bu ifadeyi destekleyecek herhangi bir kanıt sunmamaktadır. Elias’ın burada bahsettiği, bu bölümün III. Kısmı’nda bahsedilen tespite çok benzemektedir. Bu tespit, III. Kısım’da tartışılmaktadır.Güç son karar verici, kararlı bir mücadele işin püf noktası ve zafer işleri sonuna kadar götürecek cesarete ve disipline sahip olanlarındır. Bu tarz bir bakış, toplumun tüm güçlerinin kendilerinin karşısında olduğunu düşünen ve kendilerini karanlıkların içinden tarih sahnesine fırlatmak isteyen grupların bir karakteristiğidir. —Philip Selznick[449]