Karaçam

Kitap Özeti ve İnceleme II: Medeni İnsanın Sekiz Büyük Günahı - Konrad Lorenz

29.10.2022

        1. Aşırı Nüfus

        2. Çevrenin Yok Edilmesi

        3. Kendine Karşı Yarış

        4. Öldürücü Bir İlgisizlik

        5. Genetik Bozulma

        6. Geleneğin Kopuşu

        7. Endoktrinasyonun Yayılması

        8. Atom Bombaları

Konrad Lorenz’in bu yazıda inceleyeceğimiz kitabı bundan yaklaşık 50 sene önce, 1973 yılında çıkmış. Lorenz bu kitapta modern insan medeniyetinin ortaya çıkardığı ve aynı zamanda onu da tehdit eden sekiz büyük problemden bahsediyor. İnceleme sırasında da göreceğimiz gibi, aslında bu problemlerin hepsinin altında yatan temel faktör modern teknolojidir. Modern teknolojinin gelişmeye devam etmesi ile birlikte bu problemlerin günümüzde yoğunlaştıklarını ve daha yaygın hale geldiklerini görüyoruz.

1. Aşırı Nüfus

Organik yaşam, tıpkı bir baraj gibi, evrensel enerji akışının ortasına kurulmuştur. Yaşam biçimleri, negatif entropiden faydalanarak kendilerine enerji çekerler ve büyüyüp gelişirler. Büyümeleri ile birlikte enerji soğurma kapasiteleri de artar ve bu durum büyüme hızlarını da artırır. Bu tarz bir pozitif besleme mekanizmasının felaket ile sonuçlanmaması, bu pozitif geri besleme mekanizmalarının Doğa’da negatif geri besleme mekanizmaları ile dengelenmiş olması sayesindedir. Acımasız bazı fizik ve olasılık yasaları bu enerji soğurma ve büyüme eğilimini dengeler. Bu yasalar sayesinde canlılar ve eko-sistemler homeostatik bir denge kurarlar. Ancak insanoğlu teknoloji sayesinde bu kısıtları aşmakta ve negatif geri bildirim ile dengelenmeyen bir sürekli pozitif geri bildirim mekanizması ile nüfusunu sürekli artırmaktadır.

Aşırı nüfus insanların büyük kitleler halinde devasa şehirlerde yaşamasına sebep olur. İnsanoğlu sürekli olarak yüzlerce, binlerce kişi ile fiziksel bir yakınlık içerisinde olduğu bu tarz bir varoluşa adapte olmuş değildir. Modern insan, bu sebeple, yakından tanıdığı kişiler haricinde diğer insanları görmezden gelme eğilimindedir. Hatta birçok kişi ile sürekli ve yakın bir temas içinde bulunması kendi yakınlarına yönelik sevgi ve ilgisini dahi düşürür. Lorenz, insanların bu tarz doğal olmayan bir ortamda bulunmasını modern insanın sergilediği bazı patolojik davranışların bir sebebi olarak görmekte. Lorenz, özel olarak, şehirlerde gerçekleşen sebepsiz şiddet eylemlerinden bahsediyor. Çünkü hayvanlar üzerinde yapılan deneyler ve insanlar üzerine yapılan gözlemlerin de gösterdiği gibi kalabalık saldırganlığı artırır.

Lorenz, aşırı nüfusun, Doğa’nın katledilmesinin de büyük bir faktörü olduğunu yeteri kadar vurgulamıyor. Milyarlarca insan için gerekli olacak konutların yapılması, onları besleyecek tarlaların açılması, ihtiyaç duydukları kaynakların temin edilmesi, kaçınılmaz bir şekilde, vahşi Doğa’nın yok edilmesini beraberinde getirmektedir.

Günümüzde birçok kişi, altmışlı ve yetmişli yıllarda hararetli bir şekilde tartışılan aşırı nüfus ile ilgili endişelerin sonunda yersiz olduğunun ortaya çıktığını, günümüzde böyle bir problem olmadığını düşünmektedir. Paul Ehrlich’in Population Bomb kitabının çıktığı yetmişli yıllarda temel endişe, gelecek yıllarda gerçekleşecek nüfus artışı sebebiyle gıda kaynaklarının yetersiz kalacağı ve bunun küresel çapta kıtlıklara ve toplumsal çalkantılara sebep olacağı idi. Bilindiği gibi 1970 yılında 3,5 milyar olan insan nüfusu günümüzde 8 milyara dayanmıştır. Fakat bu durum aşırı nüfus probleminin ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir. Tam da Lorenz’in vurguladığı gibi, insanoğlu, teknoloji sayesinde, Doğa’da var olan negatif geri besleme mekanizmalarını bertaraf ederek nüfusunu artırmaya devam etmektedir. Bu teknolojiler, daha verimli tohum çeşitlerinin yaygınlaşması, yapay gübre ve tarım ilaçlarıdır. Dolayısı ile bu problem Lorenz’in onu tanımladığı şekli ile günümüzde varlığını devam ettirmektedir: Doğal sınırların teknoloji sayesinde aşılması sebebi ile dengelenemeyen bir pozitif geri bildirim mekanizması. Fakat bu durum yalnızca belirli bir süre devam ettirilebilir ve Lorenz’in de söylediği gibi, Doğa’da bir şekilde dengelenmeyen pozitif geri bildirim mekanizmaları bir felaket ile sonuçlanır. Üstelik, bu kontrolsüz nüfus patlamasının vahşi şeyler üzerindeki olumsuz etkisi oldukça büyük olmuştur ve nüfusun artışının devamı bu etkileri daha da büyütmektedir.

2. Çevrenin Yok Edilmesi

Bir eko-sistemi oluşturan türler arasında oldukça girift karşılıklı bağımlılık ilişkileri mevcuttur. Av ve avcılar birbirlerine bağlıdırlar. Eko-sistemler oldukça uzun zaman içerisinde evrimleşirler ve belirli bir dengeye ulaşırlar. Belirli eko-sistemlerin yok olmasına ya da radikal bir şekilde değişmesine sebep olan görece nadir hadiseler yaşansa da eko-sistemlerin evrimi türlerin evrimi gibi oldukça yavaş ilerler.

İnsan ise, teknoloji sayesinde, oldukça hızlı değişen bir eko-sisteme sahiptir.[1] Teknolojinin geometrik bir hızda gelişmesi insanın içerisinde yaşadığı ve faydalandığı eko-sistemlerde ani ve köklü değişimler gerçekleştirmesine sebep olur. Bu da eko-sistemlerin tahrip edilmesini doğurur. Lorenz burada insan medeniyetinin hem Doğa’da gerçekleştirdiği ani ve köklü değişimlerden hem de bu medeniyetin oluşturduğu yapay ortamın (şehirler, kırsal alan vb.) ani ve köklü bir şekilde değişmesinden bahsetmektedir. Ani değişimler eko-sistemlerin sağlığı açısından zararlıdır. Şehirler hem fiziksel hem demografik açıdan çok hızlı bir şekilde değişmektedir. Gündelik hayat rutinleri de (iş yapma biçimleri, boş zaman aktiviteleri vb.) bu hızlı değişimden payını almaktadır. Hızlı ve köklü değişimler insanlar arasındaki ilişkilere (aile yapısı, kadın erkek ilişkileri vb.) de yansımaktadır.

Lorenz, teknolojinin gelişme hızının çevrede oluşturduğu hızlı değişimin insanın yaşadığı ortamın estetiğini oldukça olumsuz bir şekilde dönüştürdüğünü söylemekte. Orta çağ döneminin şehirlerini modern dönemde ortaya çıkan banliyöleşme eğiliminin sonuçları ile karşılaştırıyor ve ikincilerin estetik açıdan oldukça berbat olduklarını söylüyor. Lorenz’e göre bu estetik yoksunluğun sebebi değişimin hızında ve bu hızlı değişimi mümkün kılan seri üretimdedir. Şehirlerin modern zamanlarda yayılması kanser hücrelerinin yayılmasını andırmaktadır. İnsanın yaşadığı alanlar o kadar hızlı bir şekilde dönüşüme uğramaktadır ki, Doğa’nın uzun sürede ulaştığı denge, insanın oluşturduğu yaşam alanlarında artık yoktur. Lorenz, Doğa’da var olan estetiği de uzun sürede ulaşılan bu dengeye bağlıyor. Çünkü ancak bu şekilde fonksiyonel, sağlıklı bir bütünlük ortaya çıkmaktadır.

Doğa’nın kendiliğinden oluşan estetiğini yok eden insanoğlu, kendi yapay ortamında da oldukça berbat, estetikten yoksun bir ortamda yaşamak zorunda kalıyor. Lorenz, bu durumun, insandaki estetik ve moral duyguyu yok ettiğini söylüyor. Modern şehirler, üst üste istiflenmiş tek tip kafeslerin içerisine sıkıştırılmış milyonlarca insandan oluşur. Modern yaşam alanları, seri üretilmiş aynılıkları ile insanın bireyselliğini hiçe sayan ve sonunda boğan bir yapıya sahiptir. Böyle bir sefaleti yaşayan birey, aynı sefaleti yaşayan komşusundan kendisini izole etmek ister. Lorenz bu isteğin, kendi sefaleti ile yüzleşmekten kaçınma arzusundan doğduğunu söylüyor. Fakat bu istekte daha temel bir içgüdü söz konusu. Modern insan, her ne kadar hemen altında, üstünde, yanında ve karşısında da yaşasa, komşusundan kaçma eğilimindedir; çünkü hemen diplerinde yaşadığı bu insanlar aslında kendisine yabancıdır. Bu insanlar ne akrabalarıdır ne de birlikte küçük bir grubun parçası olarak anlamlı bir iş yaptıkları yakınlarıdır. Yakınlık ve akrabalık kavramları dahi hemen hemen ölmüştür, çünkü modern birey, kendisini umursamayan devasa bir organizasyonun değiştirilebilir bir parçası olarak temelde yalnızdır. Yapabildiği her pratik faaliyeti de böyle bir organizasyonun bir parçası olarak gerçekleştirebilir. Akrabalar ve arkadaşlar, temelde, boş zamanları öldürmek içindir. Bu sebeple, pratik olarak, modern birey yalnız ve izoledir.

Lorenz’in pozisyonu çevrecilik olarak özetlenebilir. Çevrecilik, vahşi Doğa’nın yok edilmesi ile bu durum “insanın eko-sistemini” olumsuz etkilediği ölçüde ilgilenir. Temel endişesi, Doğa’nın insan toplumlarına temiz hava ve su, atıkların dönüştürülmesi ve doğal kaynakların sağlanması gibi hizmetleri sürdürülebilir bir şekilde sunamayacak olmasıdır. Çevreciliğin vahşi Doğa’ya yönelik tutumu araçsalcıdır. Vahşi Doğa’yı kendi başına değerli olarak görmez. Lorenz hızlı teknolojik gelişmenin vahşi Doğa’da yol açtığı olumsuzlukları dile getirmesine rağmen, temelde ilgilendiği şey bu durumun “insanın eko-sisteminde” yol açtıklarıdır. En fazla odaklandığı durum modern şehirlerin estetik zavallılığıdır. Bu konudaki tavrı, teknolojik gelişme o optimum eşiği aşmadan önce mükemmel olan o eski şehirleri, anıtları ve kültürel başarıları özlemle anan anti-endüstriyel humanistlere (Jacques Ellul, Lewis Mumford vb.) oldukça benzerdir. Bu kişilere göre, teknolojik gelişme belirli bir noktaya kadar, “insanileşme” adını verdikleri sürecin faydasına işliyordu. İnsanlığın estetik ve ahlaki duygularını inceleştirmesini sağlıyordu. Homo sapiens"i, onu insan yapan özelliklerinin daha da inceleşmesini ve gelişmesini sağlayarak diğer hayvan türlerinden ayırıyordu. Fakat belirli bir optimum eşik aşıldığında teknolojik gelişme tam tersi bir etkiye sahip olmaya başladı. İnsanlığın estetik ve ahlaki duygularını körleştirmeye başladı. Şehirler eski güzelliklerini kaybetmeye başladı, insanlar şeylerin güzelliği ile değil pratik yanları ile ilgilenmeye başladılar, kaba ve çirkin popüler kültürün kurbanları haline geldiler, büyük şehirlerde yaşayan insanlar birbirlerini umursamaz oldular, anlamsız bir şiddete ve doğal olmayan acayip davranışlara daha yatkın hale geldiler.

Anti-endüstriyel humanizmin insanlığın eski kültürel başarıları ile ilgili özlemleri romantik bir nostaljiden fazlası değildir. Ve temel endişeleri (“insanileşme” süreci: insanların estetik ve ahlaki yönlerinin gelişmesi ile daha da fazla insanlaşmaları) ilerlemeci yanlarını ortaya çıkarmaktadır. “İnsanileşme” denilen şey sonuçta, insanın kültürel bir koşullandırmaya tabi tutulması ve vahşi doğasının boğulup boyunduruk altına alınmasıdır. Bu rüyayı, insanları makineler ile bütünleştirmek, genlerini mühendisliğe tabi tutmak ya da insanı aşmayı hedeflediğini iddia eden diğer transhumanist saçmalıklardan ayıran şey nedir? Bunlar nitelik olarak aynı şeylerdir. Teknoperverler ve humanist anti-endüstriyalistler insanı, kendi doğal karakterinde tamamlanmamış eksik bir şey olarak, kültürel aletler ile geliştirilmesi gereken bir şey olarak görürler. Burada gerçek bir çizgiyi referans noktasını vahşi insan doğasını alarak çizebiliriz. Doğa’nın (evrimsel süreç) bizi uzun göçebe avcı-toplayıcı varoluşumuz sırasında şekillendirdiğinin üzerine başka bir “geliştirme” yapay bir şekilde kondurulamaz.

“İnsanın eko-sisteminde” (insanların yaşadığı yapay çevre) ortaya çıkan bozulmaya gelirsek, en az tarım devriminden ve insanların yerleşik hayata geçmesinden beri bu alanda niteliksel bir değişim olmamıştır. İnsanlar tarım ile birlikte yerleşik hayata geçtiklerinden beri evrimsel olarak adapte olmadıkları doğal olmayan ortamlarda yaşamaktadırlar. Bu yapay ortamlar, ortaya çıktıklarından itibaren, küçük ölçekle doğal insan gruplarına kıyasla oldukça kalabalık olmuşlardır, Doğa’nın estetiğini bozmuşlardır, insanları hijyenik olmayan ve salgın hastalıkların yayıldığı koşullara mecbur etmişlerdir, onları katı toplumsal hiyerarşilere bölmüşlerdir ve insanın doğasının kendiliğinden ifadesini çeşitli mekanizmalar ile kısıtlamaya çalışmışlardır. Elbette, teknolojinin gelişmesi ile birlikte, neredeyse tüm bu alanlarda daha da kötü hale gelmişlerdir. Lorenz’in de söylediği gibi, Sanayi Devrimi ile birlikte yayılmaları kanser hücrelerini andırır bir hale gelmiştir. Fakat bu durum, insanların estetik ya da ahlaki duygularını kaybetmesi ile gerçekleşen bir zihni değişimin sonucu ortaya çıkmamıştır. Bunun sebebi, basitçe, insan toplumlarının Sanayi Devrimi’nden beri çok daha büyük enerji ve maddi kaynaklara sahip olmasıdır. Bu sebeple daha hızlı bir şekilde büyümekte ve vahşi alanları gittikçe artan bir hızda yapay alanlara dönüştürmektedirler. Gittikçe daha fazla sayıda insanı dar bir alanda kıstırmakta ve onları daha katı bir şekilde vahşi Doğa’dan soyutlamaktadırlar. Bu sebeple insanlar evrimleştikleri koşullardan gün geçtikçe daha da uzaklaşan koşullarda yaşamak durumunda kalmaktadırlar. Bu her ne kadar öznel bir değerlendirme olsa da, günümüzdeki yapay ortamların eski örneklerine kıyasla estetik değerlerini kaybetmelerinin nedeni temelde bu durum olabilir. Estetik duygumuz da uzun göçebe avcı-toplayıcı varoluşumuz sırasında evrimleşmiştir. Bu sebeple Doğa’nın seslerine, kokularına ve manzaralarına adapte olmuş olması beklenir. Eskinin şehirlerinde ve kasabalarında vahşi Doğa’nın varlığı hissediliyordu. Bu alanlar Vahşi Doğa ile çevrelenmişti ve sakinleri onu hissedebiliyor ve hatta belirli bir dereceye kadar tecrübe edebiliyorlardı. Vahşi Doğa’ya yürüme mesafesindeydiler ve ondan modern büyük şehirlerin sakinleri kadar izole edilmiş değillerdi.

3. Kendine Karşı Yarış

Tür içindeki bireylerin arasındaki rekabetin tetiklediği seçilim, türün devamlılığına zarar verecek bir noktaya gelebilir. Lorenz, bu konuyu açıklamak için Argusianus kuşundan örnek veriyor. Argusianus kuşunun dişileri, çiftleşecekleri erkekleri kuyruklarının çekiciliğine göre seçerler. Bu durum bu kuş türünün erkeklerinin oldukça büyük kuyruklar geliştirmesine sebep olur. Bu seçilim baskısı, yerde var olan avcıların oluşturduğu seçilim baskısı ile dengelenmemiş olsaydı, bu kuş türünün erkekleri uçma kabiliyetlerini tamamen kaybedebilirlerdi. Dolayısı ile avcıların varlığı cinsel seçilimin karşısında negatif bir geri besleme mekanizması işlevi görüyor ve Argusianus kuşunun uçma kabiliyetini kaybetmesini engelleyen bir etkide bulunuyor.

Lorenz, insanda da, yukarıdaki örnekte olduğu gibi, tür-arası seçilim baskısı olduğunu söylüyor. Fakat insanın durumunda bazı önemli farklar bulunmaktadır: İnsandaki tür-arası seçilim baskısı kültürel gelişmeye sebep olmaktadır (burada insan medeniyetinin ortaya çıkardığı, genetik miras ile aktarılmayan, tüm bir toplamdan bahsediliyor) ve bu tür-arası seçilim baskısını dengeleyecek bir geri bildirim mekanizması insan için bulunmamaktadır. Dolayısı ile insanın kültürel gelişimi, dengeleyici bir karşı gücün yokluğunda katastrofik bir noktaya doğru ilerlemektedir.

Lorenz’in burada tür-arası seçilim baskısı derken kastettiği şey insanın insan ile olan rekabetidir: Daha yeni şeylerden daha çok üretip satmak ve böylece diğerlerini geçmek. Lorenz’in söylediklerinden, tür-arası rekabetin ekonomik zihniyet (daha çok üretmeyi ve tüketmeyi, maddi refahı önceleyen, bunları değerli gören modern ideoloji) sebebiyle ortaya çıktığını düşündüğü anlaşılıyor. Ancak bu tür-arası rekabet Lorenz’in bahsettiğinden çok daha geniş bir ölçekte cereyan ediyor ve ortaya çıkmasının sebepleri de çok daha derin. Çünkü Darvinci seçilim süreci insan toplulukları (devletler, şirketler, suç örgütleri, siyasi partiler vb.) bazında da işlemektedir ve bu sebeple bu topluluklar arasında otomatik, kendiliğinden işleyen ve bilinçsiz bir rekabet süreci oluşmaktadır. İnsan toplulukları arasında, kendilerini yeniden üretmekte ve devam ettirmekte en iyi özelliklere sahip topluluklar, hayatta kalmak konusunda en başarılı topluluklardır. Bu özellikler de, temelde, çevrede bulunan malzeme ve enerji kaynaklarına en iyi şekilde ulaşma, bunun için en iyi lokasyona sahip olma ve bu kaynakları en verimli şekilde kullanabilme ile alakalıdır. Lorenz’in dar anlamda bahsettiği ekonomik rekabet, bu Darvinci seçilim sürecinin özel bir örneğidir. Elbette bu rekabetin hızı ve şiddeti ve dolayısı ile Doğa’ya verdiği zarar, teknolojinin gelişmesi ölçüsünde artmaktadır. Çünkü teknoloji, insan topluluklarının, çevrelerinden daha fazla kaynağı daha hızlı bir şekilde çekmelerine ve böylece çevrelerini çok daha hızlı ve köklü bir şekilde dönüştürebilmelerine olanak sağlar. Bunun sonucu vahşi Doğa’nın boyunduruk altına alınması ve yok edilmesi olduğu gibi aynı zamanda insanın yaşadığı yapay ortamın da çok hızlı bir şekilde değişmesidir. Teknolojinin gelişme hızı ve toplumda oluşturduğu dönüşümler, yaşadığımız yeri ve toplumu, fiziki çehresi, adetleri ve içerisinde yaşayanları ile birlikte, 15-20 yıl içerisinde tanınmayacak bir hale getirecek kadar hızlı ve köklüdür. Bu hızlı değişim insanda, zamanın oldukça hızlı bir şekilde aktığı ve mekanın da muazzam bir şekilde daraldığı hissini oluşturur. Lorenz’e göre bu durum, genelleşmiş bir stres ve tatminsizlik duygusu yaratır.

Lorenz, modern insanın sürekli bir geri kalma, değişime ayak uyduramama, başaramama korkusu içinde yaşadığını söylüyor. Elbette bunun sonucu, genelleşmiş ve sebebi kestirilemeyen bir stres duygusu ve sürekli bir ajitasyon halidir. Lorenz, modern insanın sessiz bir şekilde kendisi ile baş başa kalamamasını bu sürekli ajitasyon haline bağlıyor. Modern insan, kendisi ile ve kendi düşünceleri ile yüzleşmekten korktuğu için, kesintisiz bir görüntü ve ses bombardımanı içinde olma ihtiyacı duyar.

4. Öldürücü Bir İlgisizlik

Canlıları, onları hayatta kalacak davranışları yapmaya motive eden bazı mekanizmalar vardır. Bu mekanizmalar, temelde, canlıyı acıdan kaçmaya ve zevke yönlendirir. Acı ceza iken zevk ödüldür ve canlılar bu şekilde acıdan kaçmaya ve zevk veren öznelere yönelmeye koşullanırlar. Evrimin, ödül ve cezadan oluşan böyle bir mekanizma inşa etmesi canlıları hayatta kalmalarını sağlayacak davranışlara motive etmek içindir. Ödül ve cezanın bir araya geldiği mekanizma, canlının, sonunda bir ödüle kavuşacağı ama öncelikle bazı zorluklardan geçmesinin gerekli olduğu davranışlara da motive olmasını sağlar. Canlılar ödül ve cezanın görece ağırlıklarına göre tehlikeye ya da zorluklara atılır ya da bunlardan kaçınırlar. Örneğin bir kurt, bir bizonu avlamak için büyük mesafeler kat edebilir, soğuk bir dereyi yüzerek aşabilir ve kendisini ölümcül bir tehlikenin içine atabilir. Sonunda ulaşacağı ödül olan et bu tehlike ve zorluklara katlanmasına teşvik edecek kadar büyüktür. Ödülün oldukça bol ve kolay ulaşılır olduğu ortamlarda ödülün çekiciliği azalır ve canlıyı harekete geçirme potansiyeli düşer. Bunun nedeni sürekli tekrarlanan uyaranların canlıda hissizleşmeye (desensitization) sebep olmasıdır.

Doğa’nın boyunduruk altına alınması ile birlikte insanoğlu doğal zevk-acı dengesinin dışına çıkmıştır. Yarattığı yeni ortamda acı ve zorluk veren, sebat isteyen durumlar ile karşılaşma olasılığını oldukça azaltmıştır. Günümüz modern dünyasında konfor ve zevke ulaşmak ya da temel fiziksel gereklilikleri karşılamak için zorluklar ve tehlike altında çalışmaya gerek yoktur. Bu sebeple modern insan, zevk veren uyaranlara karşı bir hissizleşme geliştirmektedir. Çünkü sürekli tekrarlanan ve kolay ulaşılan uyaranların verdiği doyumun tatmin derecesi etkisini zamanla kaybeder. Bunun yanında, ödüllere çaba isteyen bir süreç içinden geçmeden ulaşılabilmesi, modern insanda, zorluklara katlanma ve daha uzaktaki bir hedef için şimdi çaba harcama kapasitesini de zayıflatmaktadır. Bu sebeple insanlar, uzun vadeli çalışma ve emek isteyen projeleri gerçekleştirme yetilerini kaybetmektedirler. Çünkü insanların o süreçteki emeğin ve çabanın gerektireceği zorluklara katlanma güçleri kalmamıştır. Bunun sonucu olarak, çaba isteyen bir işi bitirmenin ve onu başarı ile sona erdirmenin verdiği tatmin duygusunu da yaşayamamaktadırlar.

İnsanoğlunun evrimsel süreçte geliştirdiği ödül-ceza mekanizmasının modern teknolojinin ortaya çıkardığı yaşam biçimine uygun olmamasının sebebi bu mekanizmanın evrimleştiği koşullar ile ilgilidir. Çünkü insanlar, tarım ve yerleşik hayat öncesi dönemi kapsayan ve günümüzde bildiğimiz anlamda Homo sapiens’in ortaya çıktığı Pleistocene dönemde oldukça zor şartlarda yaşamışlardır. İçinde yaşadıkları vahşi Doğa, fiziksel ihtiyaçlarını karşılamak için fiziksel ve zihinsel kapasitelerini epey zorlanmalarını gerektiriyordu. Uzun zaman besin bulamama ve aç kalma, vahşi hayvanların ya da tanımadıkları diğer insan gruplarının saldırısına maruz kalma gibi tehlikeler ile yüzleşebilirlerdi. Bu sebeple, şartlar el verdiği ölçüde enerji harcamamak (tembellik), besin bulabildikleri ölçüde oburluk derecesinde yemek (oburluk), gereksiz tehlikelerden kaçınmak (korkaklık) gibi eğilimler, zamanın şartları düşünüldüğünde, evrimsel sürecin geliştirdiği mantıklı stratejilerdi. İnsanların çoğu, bu eğilimlerin üstesinden gelmek ve çalışkan, tutumlu ve cesur olmak için şartların onları zorlamasına ihtiyaç duyar. Ve paleolitikte geçerli olan şartlar onları çalışkan, tutumlu ve cesur bir şekilde davranmaya oldukça sık bir biçimde zorluyordu. Bu şartlar altında oluşmuş bir davranış sisteminin modern koşullarda oluşturacağı problemler açıktır.

Lorenz, modern yaşam koşullarında ödül-ceza mekanizmasının bozulmasının etkilerinin tüketim çılgınlığından, insan ilişkilerine birçok yerde görüldüğünü söylüyor. İnsanlar, çaba ve sebat gerektiren işlerde bulunma zorunluluğu kalmadığı için arzularını hemen tatmin edecek bir tüketime kendilerini kaptırırlar. Ancak tüketimin boyutunun artması, onun verdiği zevki azaltır ve bu durum daha çok tüketim ile telafi edilmeye çalışılır. İnsan ilişkileri de bu problemden nasibini almıştır. Ailevi ilişkileri, karşı cins ile olan ilişkileri yoğun ve anlamlı kılan şey yalnızca bu ilişkilerden sağladığımız olumlu hisler değildir; aynı zamanda bu ilişkilere içkin sorumluluk duyguları, çatışmalar ve anlaşmazlıklardır. Fakat insanların bu olumsuz hislere ve bu ilişkilerin getirdiği sorumluluk duygusuna tahammül edecek takatleri kalmamıştır. Lorenz, kadın-erkek ilişkilerinin, Doğa’nın ve geleneğin ortaya çıkardığı zorunluluklar olmadan doğrudan zevke yani cinselliğe yönelik bir hal almaya başladığını söylüyor: Cinselliğin tüm bir aile olma, çocuk yetiştirme gibi sorumluluklardan arındırılması ve yalnızca tensel bir zevke indirgenmesi.

Lorenz’in bu gözlemleri yetmişli yılların başında yaptığını unutmayalım. Ödül-ceza mekanizmasını bozan koşulların o günlerden bugüne çok daha fazla yoğunlaştığını söyleyebiliriz. Yoğunluğu kaybettiğini söylediği insan ilişkileri, küçük toplulukların tamamen dağılması ve insanın metropollerde yalnızlaşması ile neredeyse tamamen dijital dünyaya (sosyal medyaya) taşınmıştır. Cinsellik ise internet pornosu ile birlikte insanlar ile değil pikseller ile yaşanan bir aktiviteye indirgenmiştir. Çünkü tek bir tuşa basarak bir mesaj atmak ya da bir video başlatmak kanlı canlı insanlar ile uğraşmaktan çok daha kolaydır. Lorenz’in zevke çabasız ulaşmanın bir örneği olarak sunduğu tüketim dahi evden çıkmadan gerçekleştirilen çok daha pasif bir eylem haline gelmiştir. İnsanları birbirine bağladığı söylenen dijital iletişim teknolojileri aslında gerçek fiziksel bağı, yüz yüze iletişimi engellemenin araçlarıdır. İnsanları birbirlerinden ve dış dünyadan soyutlar. Modern insanın çabadan kaçma ihtiyacı öylesine ilerlemiştir ki fiziksel temasın en küçük kalıntılarına dahi tahammülü yoktur. Bu sebeple dijital metinler üzerinden iletişimi tercih eder, duygu durumunu “emojiler” ile yansıtır.

Lorenz’in ödül-ceza mekanizması ve bunun dengesinin modern yaşam koşullarında bozulması ile ilgili gözlemlerinin Ted Kaczynski’nin güç süreci kavramı ile benzeştiği açıktır. Fakat Lorenz problemin kök sebebini ıskalamaktadır. Teknolojik sistem, insanoğlunu, evrimleştiği şartlardan oldukça farklı bir ortamda yaşamaya mecbur kılarak, anlamlı ve somut bir amaca yönelik faaliyette bulunma imkanlarını onun elinden almıştır. Dolayısı ile modern insan kendisini büyük bir boşluk ve anlamsızlığın içinde bulmaktadır ve bu boşluk tüketim, eğlence endüstrisi ve hedonist zevkler ile doldurulmaya çalışılmaktadır.

5. Genetik Bozulma

Lorenz, modern toplumun, genetik olarak anti-sosyal eğilimlere sahip ve toplumun ona biçtiği sorumlulukları kabul edemeyecek karakterdeki bireyleri seçilime tabi tutup eleyecek mekanizmalardan feragat ettiğini söylüyor. Lorenz’e göre insan, evrimsel süreçte, “iyi” ve “kötüyü” ayırt etmesini mümkün kılan ahlaki bir yetenek geliştirmiştir. Bu ahlaki yeteneğe sahip olmayan ve bu sebeple içinde yaşadığı topluma uyum sağlayamayan “hasta” bireyler ise toplumların geliştirdiği çeşitli mekanizmalar tarafından toplumun dışına itilmişlerdir ve böylece sosyal sorumluluğu öldüren genetik mirasın aktarılıp yayılması engellenmiştir. Lorenz modern toplumdaki iki karakteristiğin bu seçilim sürecini baltaladığını söylüyor. Bunlardan ilki, oldukça yaygın ancak yanlış bir ön kabul olan, insanın “boş bir sayfa” olduğu inancıdır. Buna göre bireyin davranışları tamamen çevresinde maruz kaldığı etkiler ile şekillenir. Bireyin davranışlarını belirleyen ve yönlendiren, genetik olarak içkin karakteristik özellikler yoktur. Dolayısı ile insan, davranışları ve eğilimleri, eğitim ya da diğer endoktrinasyon yöntemleri ile sıfırdan şekillendirilebilir bir canlıdır. Eğer birisi, anti-sosyal davranışlarda bulunuyorsa, bunun suçlusu içinde yaşadığı çevredir; kendisinin bir kabahati yoktur. Bu kişi eğitilebilir ve topluma kazandırılabilir. Lorenz, bu yanlış ön kabulün, genetik olarak anti-sosyal eğilimlere sahip insanların toplumdan dışlanmasını engellediğini ve böylece bu genetik özelliklerin toplumda daha fazla yayılma imkanı bulduğunu söylüyor. İkinci karakteristik ise, Lorenz’in bir önceki maddede bahsettiği, modern toplumda geçerli olan yaşam koşullarının, çocuksu eğilimleri teşvik etmesi, yetişkin davranış kalıplarını ise bastırmasıdır. Bir arzunun hemen tatmin edilmesine yönelik güçlü bir istek, sorumluluk duygusunun ve başkalarına yönelik ilginin yokluğu, küçük çocuklara özgü özelliklerdir. Uzak bir hedefe ulaşmak amacı ile sabırla çaba sarf edebilme, sorumluluk sahibi olma ve diğer insanları da düşünebilme gibi yetenekler ise yetişkin bir insanın sahip olduğu özelliklerdir. İnsanı yetişkin bir birey yapan özelliklere sahip olmayan çocuksu kişiler, toplum içinde almaları gereken görevlere de hazır değillerdir.

Lorenz’in anti-sosyal davranışların yaygınlaşması ile ilgili endişesinin dönemin şartları ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Kitabın yazıldığı yıllar, 68 öğrenci hareketinin ve onun ideolojisinin oldukça yaygın olduğu dönemlerdi. Üçüncü dalga solun[2] tarih sahnesine çıktığı dönem olan 60’lı yılların sonu, geleneksel değerlerin reddedildiği (aile yaşamı, görgü kuralları, kıyafet ve davranış normları gibi) ve her türlü suçlunun[3] toplumsal sistemin yarattığı bir sonuç olduğu ve aslında bu kişilerin toplumsal sisteme başkaldıran kurbanlar ve asiler olduğunu söyleyen teorilerin oldukça yaygınlaştığı bir dönem olmuştur. Bu ideolojinin polis ve yargı sistemi üzerindeki etkileri ise suçlulara karşı aşırı bir tolerans şeklinde kendini gösterdi. Dolayısı ile 60’lı ve 70’li yıllar, Batı toplumlarında şiddetin ve suçun arttığı yıllar olarak tarihe geçti. Lorenz’in toplumun anti-sosyal kişilere yönelik aşırı tahammül gösterdiğine yönelik gözlemleri bu tarihsel gerçekler eşliğinde yorumlanmalıdır.

Suç ve şiddet oranının 60 ve 70’li yıllarda artmasının toplumsal makinenin işleyişini verimsizleştiren bir etkisi vardı. Dolayısı ile 80’li yıllardan itibaren bu durum bir karşı tepki doğurmuştur. Devletler suçlulara yönelik daha etkili hale gelmişlerdir. Polis teşkilatları büyümüş ve 80’li yıllardan itibaren tutukluların sayısında önemli bir artış olmuştur.[4] 68 hareketinin ideolojisinde (günümüz üçüncü dalga solunun temelini oluşturur), anti-sosyal davranışları teşvik ederek sistemde verimsizliğe sebep olan değerler törpülenmiştir. Şiddet, her türlüsü ile, en çirkin şey olarak kodlanmıştır. Üçündü dalga sol, ekonomik hedeflerini büyük ölçüde bir kenara bırakarak, agresif bir şekilde “ezilenler” (homoseksüeller, kadınlar, hayvanlar, azınlık gruplar vb.) meselelerine odaklanmıştır. Üçüncü dalga sol, toplumun ana akım ideolojisi haline gelmiştir ve böylece “ezilenler” meseleleri de ana akıma taşınmıştır. Bu ideoloji şiddeti şeytanlaştırır; empati ve toplumsal sorumluluğu teşvik eder; zayıf ve ezilmişlere karşı acıma duygusunu cesaretlendirir. 60 ve 70’li yıllarda şiddetin artmasına karşı gelişen bu toplumsal tepkinin şiddeti törpülemekte başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Lorenz’in endişelerinin aksine, 90’lı yıllardan itibaren daha da pasifleşmiş, toplumsal normları büyük bir içtenlikle kabul eden uysal bir toplumun yaratıldığı söylenebilir. 60’lı yıllarda geleneksel değerleri reddeden ideolojiden geriye kalan tek şey, film ve müziklerde şiddet ve cinselliğin aleni ve hatta abartılı bir şekilde kullanılması, pornografinin her yere yayılması, konuşma dili ve kıyafetlerin 50’li yıllardaki kadar katı kurallara tabi olmamasıdır. Popüler kültürdeki bu serbestlik, daha derine inen ve tamamen içselleştirilmiş olan uysallaşmanın bir işaretidir. Çünkü toplumsal düzen, popüler kültürün şiddet ve cinsellik gösterilerinin mensuplarını yoldan çıkartmayacağını bilir; hatta, başka her açıdan sıkıştırılmış olan modern birey, bu gösterileri izleyerek rahatlar ve kendini özgür hisseder.

Lorenz’in bu maddede bahsettiği bir diğer eğilimin güncelliğini koruduğu söylenebilir: Modern yaşam koşullarının insandaki çocuklaşma eğilimini artırması. Bu eğilimin, kitabın yazıldığı dönemden bugüne, daha da yoğunlaştığını söyleyebiliriz. Özellikle internet teknolojisinin bu yoğunlaşma üzerindeki etkisi oldukça fazladır. İnternet teknolojisi, modern teknolojik topluma içkin olan, çaba ve zorlanma gerektiren süreçleri ortadan kaldırma ve zevki anlamlı bir çaba sarf etmeden ulaşılabilir kılma eğilimini oldukça güçlendirmiştir. Modern birey için tüketim olanakları, evden çıkmasına dahi gerek olmadan bir tuşluk mesafededir; dilediği zaman kendisini, anlamsız hayatını bir nebze olsun unutturacak bir ses ve görüntü yığınına bırakabilir. Tüm bunlar, modern bireyin dikkat aralığını düşürmekte ve doyumu erteleme kapasitesini azaltmaktadır. Dolayısı ile toplumsal sistem içerisinde faydalı bir iş yapabilme kapasitesi de düşmektedir. Bu durumun toplumsal sistemin verimli işleyişi açısından yakın gelecekte olumsuz sonuçları olabilir. Bu gelişmelerin, iş bölümünün artması ile insanların yaptığı işlerin niteliğinin düştüğü ve makinelerin gittikçe genişleyen bir alanda insanları ikame ettiği bir dünyada yaşandığını unutmamak gerekir. Bu iki eğilimin paralel bir şekilde yaşanması, teknolojik sisteme, insanoğlunu makine ile ikame etmek konusunda ek bir motivasyon sağlayabilir.

6. Geleneğin Kopuşu

Lorenz, kültürün uzun yıllar süren evrimsel bir süreçte, belirli kültürel fenomenlerin toplumun mevcudiyeti boyunca seçilime uğraması ile şekillendiğini söylüyor. Lorenz, kültürün şekillenmesinde evrimin rolünü yalnızca metafor amaçlı dile getirmiyor, burada gerçekten Darvinci bir seçilim sürecinin işlediğini söylüyor. Kültürel ögeler, uzun yıllar süren karmaşık bir süreçte geliştiği için ve oldukça karmaşık bir sistem olan toplumsal yapıya ait oldukları için, bunların toplumun işleyişinde aldıkları rolü tam anlamı ile kestirmek mümkün değildir. Dolayısı ile bu ögelerde hızlı ve radikal değişiklikler yaşanması, tahmin edilemeyen olumsuz sonuçlar doğurabilir.

Farklı kültürel gruplara mensup insan toplulukları arasında farklı tavırlar, dil, farklı giyim tarzları oluşur. Bunlar farklı toplulukları birbirinden ayıran işaretlere dönüşürler. Her etnik grup, kendilerini gerçek insanlar olarak görmek ve diğer grupları gerçek insanın aşağısında görmek gibi bir eğilim geliştirir. Dolayısı ile başka gruba mensup insanlar grup içi ilişkileri regüle eden normlara dahil edilmezler.

Lorenz, kitabın yazıldığı dönemde oldukça güncel olan 68 olaylarından hareketle, aynı toplum içerisinde birbirlerini farklı kültürel gruplara ait gören insan gruplarının oluştuğu gözleminde bulunuyor. Lorenz’e göre 68 gençlik hareketinde gençleri motive eden şey, başka bir ulusa mensup kişilerin farklı bir ulusa mensup kişilere duyduğu nefrettir. Genç kuşaklar kendilerini, yaşlılardan farklı bir ulusa mensup kişiler olarak görmektedirler. Dolayısı ile, politik gibi görünen protest tavırları, aslında farklı bir gruba/ulusa mensup olarak gördükleri yaşlı kuşağa karşıdır.

Lorenz, nesilleri adeta farklı uluslara dönüştüren bu farklılıkların oluşma sebebini teknolojik gelişmede görüyor. Teknolojik gelişme toplumu hızlı bir şekilde dönüştürür ve oldukça kısa bir zaman içinde farklı yaşam pratiklerine, değerlere ve dünya görüşlerine sahip kuşaklar ortaya çıkarır. Birbirlerinden farklı kültürel değerlere sahip kuşakların bir arada yaşaması toplum içerisinde oldukça gergin bir ortam yaratır.

Lorenz’in özel olarak üzerinde durduğu bir olgu, teknolojik gelişmenin etkisi ile aile bağlarının çözülmüş olmasıdır. Çocuklar ve ebeveynler arasındaki mesafe artmıştır. Lorenz baba figürünün yok oluşunun, özellikle oğlan çocuklarının karakter gelişiminde yarattığı problemlerden bahsediyor. Lorenz’e göre aile yapısı hiyerarşik olmalıdır ve çocuk büyürken büyüklerine karşı saygı ve korku duymalıdır. Çünkü kendi başının çaresine bakamayacak çocuk bir yönlendiriciye, yetişkin olmak konusunda örnek alacağı kendisinden üstün bir kişiye ihtiyaç duyar. Sözde demokratik fikirler, ailenin hiyerarşik yapısını yıkarlar ve ebeveynlerin otoritesini aşındırırlar. Ebeveynler çocukların onlara saygı duyamayacağı bir pozisyona indirgenirler. Böylece çocuklar rol modelden yoksun kalırlar. Yeni nesillerin nevrotik karakterinde bu durumun payı oldukça büyüktür. Lorenz, babasını işte gören, onunla birlikte pratik anlamda bir faaliyete girişen bir çocuğun olmadığını söylüyor.

Lorenz bu kitabı günümüzde yazsaydı, özellikle Batı toplumlarında, babasını fiziksel olarak gören bir çocuğun olmadığından bahsederdi sanırım.[5]

7. Endoktrinasyonun Yayılması

Bürokratik aygıtın ve iletişim teknolojilerinin güçlenmesi ile birlikte insanların kitle bazında endoktrine edilmesi mümkün hale gelmiştir. Dolayısı ile, çok sayıda insan, adeta devasa bir köpük içerisinde gerçeklerden izole edilmiş olarak, yanlış düşüncelere sahip bir şekilde yaşayabilir. Hatta yanlış fikre inanan kişi sayısı ne kadar çok ise bu yanlış inanç o kadar pekişir. Lorenz, kitabın yazıldığı dönemlerde daha büyük bir prestije sahip olan Davranışçılığı[6] bunun bir örneği olarak veriyor. Davranışçılık, insan davranışının dışarıdan yapılan müdahaleler ile tamamen şekillendirilebileceği inancının geniş kitlelerce kabul görmesine sebep olmuştur. Lorenz’e göre bu inanç sözde-demokratik bir ideolojidir. Davranışçılık insan davranışının dışarıdan müdahaleler ile şekillendirilmesini teşvik eden ve bu şekillendirmeyi meşrulaştıran totaliter bir düşüncedir.

İnsanın boş bir sayfa olduğu ve çevresel faktörler (eğitim ve diğer toplumsal yönlendirme yöntemleri) ile davranışlarının ve eğilimlerinin sıfırdan şekillendirilebileceği inancı günümüzde de yaygınlığını korumaktadır. Sol çevrelerde daha yaygın olmakla birlikte hemen hemen her kesim az ya da çok bu inancı ve ideali paylaşmaktadır. Boş sayfa ideolojisinin altında yatan motivasyon, onu savunanlar çoğu durumda bunu bilinçli olarak yapmıyor olsalar dahi, insanın tarım toplumları ile birlikte ortaya çıkan karmaşık toplumlara uydurulması gerekliliğidir. İnsanın davranışsal repertuvarı göçebe avcı-toplayıcı olarak küçük gruplar halinde yaşadığı uzun zaman diliminde şekillenmiştir. Tarım toplumları ile ortaya çıkan karmaşık yerleşik toplumlar bu genetik miras ile uyumsuz davranış kalıplarını üyelerine dayatmaktadır. Tarım toplumlarından günümüze süre gelen insanlık tarihinin önemli bir kısmı aynı zamanda bu uyumsuzluğun yol açtığı problemlerin de bir tarihidir. İnsanın çevresel koşullandırmalar ile şekillendirilebilecek boş bir sayfa olduğu inancı bu problemlerin de bir gün tamamen çözüleceğine yönelik umudu canlı tutmaktadır: Aydın ve eğitimli insanların mükemmel bir şekilde uyum sağlayacakları mükemmel toplumu bir gün kuracağız. İnsanların tümü doğru değerleri benimseyecekler ve depresyon, endişe, kurallara riayet etmeme, şiddet, agresiflik, madde bağımlılığı ve benzerleri gibi uyumsuzluk semptomlarını göstermeyecekler. Boş sayfa ideolojisine inancın ilerleme ideolojisinin temel dayanaklarından biri olduğu açıktır.

İnsan düşüncesi kadar olmasa da insan davranışı da endoktrinasyon ve propaganda yolu ile şekillendirilebilir. Tarih boyunca her toplum bunu az ya da çok gerçekleştirmeye çalışmıştır. Fakat bu, doğrudan biyolojik bir müdahale olmadan ancak belirli bir noktaya kadar başarılabilir. Bunun böyle olması, aynı zamanda, gerçek özgürlüğü mümkün kılan koşuldur. Çünkü tüm değerleri, eğilimleri, davranışları dışarıdan müdahale ile şekillendirilen bir bireyin özgür olduğu nasıl söylenebilir? Gerçek özgürlük, diğer vahşi hayvanlarda olduğu gibi, evrimsel süreçte edinilmiş eğilimlerin kendini serbest bir şekilde ifade edebilmesidir.

İnternet teknolojisinin gelişmesi ile birlikte, yanlış fikirler köpüğü içerisinde hapsolma hali çok daha ileri seviyelere taşınmıştır. İnternet kullanıcılarının ezici bir çoğunluğu hiçbir anlamı olmayan, gittikçe kısalan ve artık beş saniyeyi bile geçmeyen bir içerik denizinde boğulurken, “ciddi” meseleler ile ilgilendiğini sananlar ya komplo teorilerinin ya da 19. yüzyıldan kalma problemlerin peşinde koşmaktadırlar. Lorenz, bilim adamlarının dahi endoktrinasyonun kurbanı olduğunu söylüyor. Fakat “gerçek” ile yüzleşememesi ya onun da bu endoktrinasyonun bir kurbanı olduğunu ya da endoktrinasyonun bir parçası olduğunu düşündürmektedir. Lorenz’in bu kitapta bahsettiği problemlerin hepsinin kökeninde teknolojik gelişme yatmaktadır. Fakat Lorenz doğrudan teknolojik gelişmenin kendisini dert edinmemektedir ve sürekli olarak gerçek meselenin etrafında dolanmaktadır.

Günümüzdeki bilim adamlarının ya da kamuoyuna mal olmuş entelektüellerin yaptığı şey de budur. İklim değişimi, eko-sistemlerin yok edilmesi, biyo-çeşitliliğin çöküşü, kimyasal ve nükleer kirlilik, psikolojik problemler, bağımlılıklar (madde bağımlılığı ya da internet ile ilgili bağımlılıklar), uyum sağlayamama ve anlamsızlık gibi günümüzde birçok insanı etkileyen sıkıntılar, gittikçe daha fazla yayılan gözetim araçları, aşırı noktalara varmış siyasi kutuplaşma, gerçek ve doğrunun büyük bir veri denizinde kaybolması, nükleer yok oluş, insanların düşünen makineler tarafından aşılması ve benzeri problemlerden bahsettiklerinde teknolojinin bizzat kendisini bir problem olarak görmezler ve göstermezler. Teknolojinin “doğru” kullanılması ya da daha fazla teknolojik gelişme bu sorunları çözecektir. Teknolojik gelişmenin orta vadede yol açacağı ve şu anda hararetle tartıştıkları tüm konuları tedavülden kaldıracak ihtimallerden -temel problemi işaret ederek- bahseden ise yok gibidir: Biyosferin Dünya üzerindeki karmaşık yaşamı mümkün kılan fonksiyonlarının tamamen tahrip edilmesi; insanın vahşi doğasının, genetik manipülasyon yolu ile, Homo sapiens’i bir tür olarak ortadan kaldıracak şekilde dönüşüme uğratılması; yapay zeka ile birlikte insanın ve diğer vahşi türlerin yerini alabilecek yapay bir makineler aleminin ortaya çıkması vb. Bilim adamlarının ve kamuoyuna mal olmuş entelektüellerin büyük çoğunluğu bu problemler ile onun gerçek bağlamı içerisinde yüzleşememektedirler. Bu problemlerin bir ya da ikisine değiniyor olabilirler ve hatta bu problemlerin bazılarına çeşitli çözüm önerileri de sunuyor olabilirler, fakat hiç birisi bu problemleri gerçek bağlamında ve gerçek sebebini işaret ederek tartışmaz. Bunu yapamamalarının sebebi ya toplumsal baskı ile yüzleşememeleri ya da kendilerinin de endoktrinasyonun kurbanı veya parçası olmaları yüzündendir. Ve bu arada insanlık yukarıdaki korkunç ihtimallere doğru uyur gezer bir şekilde gitmektedir.

8. Atom Bombaları

Lorenz son olarak nükleer silahlara değiniyor. Lorenz’e göre bu problem incelediği diğer problemlere göre daha somut, daha az karmaşık ve dolayısı ile daha kolay anlaşılırdır. Bu sebeple çözülmesi en kolay problem de budur. İnsanları bu silahları kullanmamaya ve tedavülden kaldırmaya ikna etmek bu problemin çözümü için yeterlidir ona göre. Lorenz’in nükleer silahların bir tehlike olmaktan çıkarılması ile ilgili görüşlerinin oldukça naif olduğu kesin. Devletleri nükleer silahlardan vaz geçmeye ikna edecek bir argüman ya da garanti yoktur. Nükleer teknoloji var olduğu süreci bu güçlü silahı cephanelerinde tutmak isteyecek devletler olacaktır. Üstelik şu anda Ukrayna’da devam etmekte olan savaş ve Tayvan krizinin gösterdiği gibi, nükleer savaş tehdidi, Soğuk Savaş sonrası oluşan “iyimser” atmosferin düşündürdüğü gibi oldukça uzak bir ihtimal de değil. Lorenz’in kitabının yazılmasından 50 yıl sonra nükleer savaş tehdidi tepemizde sallanmaya devam etmektedir.

[1] “İnsanın ekosistemi” terimi ile Lorenz iki şeyin birleşimini kastediyor: İnsanlığın bağlı olduğu doğal eko-sistemler ve bu eko-sistemlerin üzerinde insanlar tarafından inşa edilen yapay ortam.

[2] Solculuğun tarihsel gelişimi ve birinci, ikinci ve üçüncü dalga solculuklar için bakınız: Karaçam, Solculuk, Tekno-Endüstriyel Sistem ve Vahşi Doğa

[3] Modern yaşam koşulları insanlarda bazı patolojik davranışlar oluşturuyor olabilir. Fakat her türden suç ve kendine zarar vermeyi içeren ya da anti-sosyal davranış modern koşullarda geçerli olan anormal şartlara atfedilemez. Lorenz’in de söylediği gibi bazı kişiler yalnızca genetik olarak bu tarz anti-sosyal davranışlara eğilimlidir ve bu tarz eğilimlere sahip olmaları herhangi bir toplumda geçerli olan şartlar ile ilgili değildir.

[4] Birleşik Devletler’deki istatistikler için takip eden linke bakınız: https://www.vox.com/2015/10/11/9497161/incarceration-history.

[5] “Birleşik Devletler’de çocukların %25’i babasız evlerde yetişmektedir. Bir babanın var olduğu evlerde dahi okul çağındaki çocuklar haftada yalnızca 30 dakika babaları baş başa diyalog kurmaktadırlar.” https://americafirstpolicy.com/latest/20220215-fatherlessness-and-its-effects-on-american-society#

[6] Davranışların şekillenmesinde temelde çevrenin rolünü vurgulayan, genetik faktörlerin çevresel faktörler yanında oldukça düşük bir role sahip olduğunu savunan bir psikoloji kuramıdır.


29.10.2022 tarihinde şuradan alındı: vahsikaracam.blogspot.com, kaynağından şuraya arşivlendi