Uygarlık karşıtlığı kavramı, özünde modern topluluklaın üzerine inşa edildiği temellere yönelik bir eleştiri olarak karşımıza çıkmakta. ‘İlerleme’ ve teknolojik gelişmelerin insanlığın refah ve esenlik seviyelerini yükseklere çıkarmaya hizmet eden özünde olumlu güçler olduğu fikrinin reddini temsil ediyor demeye de çekilebilir. Ben, bugün dünyamızın başına bela olan pek çok hastalığın sorumlusunun bizzat medeniyet yapıları olduğunu savunacağım. Uygarlık, insan doğasına yapay kısıtlamalar getirerek ve bireyleri dar, önceden belirlenmiş bir dizi kültürel norm ve değere tabi kılarak yaratıcılığı, bireyselliği ve insan ruhunun özgür ifadesini bastırmaya hizmet eder. Modern toplumların doğasında var olan hiyerarşi ve güç yapıları bu sorunları daha da şiddetlendirmekte, azınlığın çoğunluk üzerinde muazzam bir güce sahip olduğu, sömürü ve baskı döngülerinin nesilden nesile devam ettiği bir sistem yaratmaktadır. Dahası, modern uygarlığın temelleri, dünyanın doğası ve insanlığın onun içindeki yerine ilişkin son derece kusurlu ve nihayetinde sürdürülemez bir dizi varsayıma dayanmaktadır. Örneğin, sürekli artan ekonomik büyüme ve maddi bolluk peşindeki kör arayış, bizi toplumlarımızın üzerine inşa edildiği temellerin altını oymakla tehdit eden bir çevresel yıkım ve kaynak tükenmesi yoluna sürüklemiştir.

Genel geçer olanları söyledik. Şimdi uygarlığın ontolojik temellerini inceleyerek başlayalım.

Özünde uygarlık, içinde yaşayan herkes için daha iyi bir yaşam sağlamak gayesiyle insani ilerleme ve gelişmeye ayrıcalık tanıdığı söyleyen kurumsallaşmış bir çerçevedir. Bununla birlikte, böyle bir bakış açısı zorunlu olarak miyop bir bakış açısıdır çünkü insan eylemliliğini diğer varlıkların ve ekosistemlerin eylemliliği karşısında ayrıcalıklı kılan içsel ontolojik önyargıları hesaba katmaz. Aydınlanma dönemi, insanların varoluşun zirvesi olduğu, onları doğal dünyanın geri kalanından ayıran rasyonellik ve akılla dolu olduğu fikrini insanların aklına sokmuştur. İnsan istisnacılığı ideali, belirli grupları diğerlerinin aleyhine güçlendiren, doğanın sömürülmesine ve marjinalleştirilmiş nüfusların boyunduruk altına alınmasına izin veren hegemonik bir sistemi sürdürür. Ontolojik bir perspektiften bakıldığında, uygarlığın ilerleme ve kalkınma vurgusu, doğal dünyanın doğası gereği eksik ve insan müdahalesine muhtaç olduğunu varsayar. Bu varsayım, doğayı insan amaçları için manipüle edilecek salt maddeye indirgeyen, zihin-beden ayrımını ortaya koyan Kartezyen bir düalizme dayanmaktadır. Ancak bu bakış açısı, doğanın kendi içsel eylemliliğine ve öznelliğine sahip olduğunu ve basitçe üzerinde hareket edilecek pasif bir nesne olmadığını kabul etmemektedir. Yani, uygarlığın temelini oluşturan kapitalist sistem, doğal kaynakların sömürülmesine ve yaşamın kendisinin metalaştırılmasına dayanmaktadır. Uygarlığın hızlı sanayileşmesi ve teknolojik ilerlemesi bağlamında insan yaşamının değersizleştirilmesi, bireylerin doğuştan sahip oldukları benlik duygusuna ve doğal dünyaya ontolojik olarak yabancılaşmasına kadar geri götürülebilir. Durmak bilmeyen maddi birikim ve teknolojik ilerleme arayışı, insan yaşamının özündeki değeri hiçe sayan nihilist bir dünya görüşüne katkıda bulunmuş ve ölüm deneyimini giderek daha sıradan ve önemsiz hale getirmiştir. Küresel felaketlerin ve sistemik şiddetin yarattığı kolektif travma, insan ruhunun yaşam ve ölümün derin ciddiyetine karşı duyarsızlaşmasına katkıda bulunmuştur. Bu anlamda, materyalist ve teknoloji merkezli uygarlık, insan hayatının değerinin ilerleme ve verimlilik arayışında harcanabilir hale getirildiği paradoksal bir durum yaratmıştır. Uygarlığın mevcut durumunu tanımlamaya yarayan küresel travmaların sonuçlarını daha derinlemesine incelememiz elzemdir. Travma olgusunun kendisi, temelde, dünyaya ve onun içindeki yerimize ilişkin önyargılarımızı sarsan ezici olaylarla karşılaşan insan deneyimine dayanmaktadır. Bu tür olaylar modern çağda giderek daha yaygın hale gelmiş ve kolektif bir yönelim bozukluğu ve varoluşsal umutsuzluk hissine yol açmıştır. Bu kolektif travmanın temelinde, modern dünyayı karakterize eden insan yaşamının sistematik olarak değersizleştirilmesi yatmaktadır. Modern uygarlığın mekanik mantığı, her bir yaşamın içsel değerine çok az saygı göstererek insanları daha büyük bir makinenin sadece dişlilerine indirgemektedir. Bu da acılara karşı duyarsız, ötekileştirilen ve ezilenlerin durumuna kayıtsız bir kültürle sonuçlanır. Dahası, uygarlık sisteminin kendisi de insan emeğinin ve doğal kaynakların sömürülmesine dayanarak bu durumu sürdürmektedir. Bu sistem, hem insanların hem de doğanın nesneleştirilmesiyle sonuçlanan, kendimize ve çevremizdeki dünyaya temelden yabancılaşmamıza yol açan bir tahakküm ve kontrol mantığı doğurmaktadır. Kendi kelimelerimle harmanlayarak Julius Evola’ya bir atıf yapmak isterim. Çağdaş dünyada kişilik ve birey konusunu derinlemesine incelediğimizde, modern uygarlığın ortasında sözde "kişilik bunalımından" yakınanların bizzat bu bunalıma neden olan güçlerle iç içe geçtiği paradoksal bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Bu güçler, yani kolektivizm, makineleşme, standartlaşma ve ruhsuzluk, bireyin dışında değil, aksine varlığının dokusunu oluşturmaktadır. Kişiliğin ve Avrupa geleneğinin savunucuları kendi çıkmazlarının ontolojik temellerini tanımakta başarısız oluyorlar. Rejimin kalıntı biçimlerine tutunmakta ve liberalizm, doğal hukuk ve hümanizm sınırları içinde faaliyet göstermekte ancak bu çerçevelerin kendilerinin de eleştirmeye çalıştıkları aynı medeniyetin ürünleri olduğunu fark etmemektedirler. Dolayısıyla, içsel olarak kusurlu bir temel üzerine inşa edildikleri için kendilerini kurtarma çabaları boşunadır.

Çağdaş toplumda teknolojiye olan bağımlılığın sonuçları çok çeşitlidir. Bu sadece bizi çevreleyen teknik aygıtların ötesine geçen bir olgudur. Teknolojiye olan bağımlılık kültürel dokulara sızmış, düşünme, sosyalleşme ve etrafımızdaki dünyayla ilişki kurma biçimlerini değiştirmiştir. Bu bağımlılığın doğal bir durum olmadığını, bunun yerine bizi buna ihtiyaç duyduğumuza inandıran sistemik oyunların bir ürünü olduğunu kabul etmek gerekir. Bu argümanın özünde, teknolojinin içsel bir ihtiyaç değil, daha ziyade sosyal koşullanmanın bir ürünü olduğu inancı yatmaktadır. Teknolojinin tarihi, onun doğrusal ve ilerleyen bir süreç olmadığını, daha ziyade onu kontrol edenlerin çıkarları tarafından şekillendirildiğini göstermiştir. Teknolojinin gelişimi kendi içinde bir amaç değil, daha ziyade bir amaca giden yoldur. Bu amaç genellikle onu kontrol etme gücüne sahip olanlar tarafından belirlenir ve mevcut toplumumuzda bu güç seçkin bir azınlığın elindedir. Genellikle varlıklı, nüfuzlu ve teknolojik açıdan bilgili kimi insanları elinde bulundurma gücü olan bu kişiler, teknolojinin hayatımızın gerekli bir yönü olduğu fikrini sürdürmekte çıkar sahibidir. İhtiyaç kavramı oldukça tartışmalı bir kavramdır ve anlamı genellikle kullanıldığı bağlama bağlıdır. Teknoloji söz konusu olduğunda, ihtiyaç kavramı doğal değil, inşa edilmiş bir kavramdır. Teknolojinin günlük hayatımız için elzem olduğu fikrini sürekli kılmak üzere tasarlanmış bir dizi sistemik oyun aracılığıyla inşa edilir. Bu oyunlar medya, hükümet ve şirket kuruluşları da dahil olmak üzere çeşitli aktörler tarafından oynanmakta ve genellikle korku, yanlış bilgilendirme ve manipülasyona dayanmaktadır. Medya, teknolojiye olan bağımlılığımızı sürdüren oyunların en önemli aktörlerinden biridir. Haber, eğlence ve reklam üretimi yoluyla medya, teknolojiye ilişkin algılarımızın şekillenmesinde kritik bir rol oynamaktadır. Medya genellikle teknolojiyi her derde deva, dünyanın sorunlarına çare olacak bir araç olarak sunar. Bu anlatı genellikle yeni ve geliştirilmiş teknolojilerin satışından kar elde etmek isteyen şirket çıkarları tarafından pekiştirilir. Benzer şekilde, hükümet de teknolojiye olan bağımlılığımızı sürdüren oyunlarda önemli bir rol oynamaktadır. Hükümetler teknolojiyi genellikle ekonomik büyümeyi teşvik etmenin, verimliliği arttırmanın ve güvenliği geliştirmenin bir aracı olarak tasvir etmektedir. Teknoloji kullanımı genellikle modern toplumun gerekli bir yönü olarak çerçevelenir ve benimsenmesine direnenler genellikle geri kalmış veya gerici olarak damgalanır. Son olarak, kurumsal varlıklar da teknolojiye olan bağımlılığımızın sürdürülmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Bu kuruluşlar genellikle teknolojik gelişimin arkasındaki itici güçtür ve reklam ve tanıtım yoluyla ürünleri için bir pazar yaratmaya çalışırlar. Teknolojinin günlük hayatımız için gerekli olduğu söylemi, bizi en yeni alet ve cihazlara ihtiyaç duyduğumuza ikna etmek için korku ve yanlış bilgilendirmeyi kullanan bu kuruluşlar tarafından sıklıkla pekiştirilmektedir.

İnsanların çoğu yapay zekanın nihayetinde insanların yerini alarak bizi gereksiz kılacağından endişe ediyor. Yapay zekanın insanların yerini alma potansiyeline ilişkin bu yaygın anlatı, insanları daha sıkı ve daha verimli çalışmaya yönlendirmek için tasarlanmış mevcut sistemin bir oyunundan başka bir şey değil. Yapay zekanın insanların yerini alması korkusu, modern dünyanın teknolojiyle olan ilişkisine dair daha derin bir endişenin tezahürüdür. Teknoloji ve internet, modern günlük hayatın ayrılmaz bir parçası haline geldi ve iletişimden eğlenceye, işten kişisel ilişkilere kadar her şey için onlara giderek daha fazla bağımlı hale geliyor modern insan. Teknolojiye ve internete olan bu bağımlılık, insanların en son gelişmeleri takip etmedikleri takdirde geride kalmaktan korktukları bir endişe kültürü yarattı. Bu endişe kültürü, mevcut sistem tarafından insanları hizada tutmak için kullanılıyor. Sistem, yapay zekanın insanların yerini alacağı fikrini teşvik ederek, insanları daha sıkı ve daha verimli çalışmaya, her zaman daha iyi, daha hızlı ve daha üretken olmaya yönlendirebiliyor. Bu anlatı, insanları genellikle sağlıkları ve refahları pahasına daha çok ve daha uzun saatler çalışmaya motive eden bir aciliyet ve korku duygusu yaratıyor.

Şimdi çağdaş dünyada akademi konusunu konuşalım - tüm bunlara ses çıkarması gereken pozisyonlarda olanlara. Entelektüel titizliğin ve eleştirel olmanın kalesi olarak görülse de gerçek hiç böyle değil. Akademinin mevcut durumunun eski halinin bir gölgesi, bilginin kendi iyiliği için gerçekten değerli olduğu geçmiş bir dönemin sadece bir kalıntısı olduğu yönündedir. Bugün akademi, neoliberal kapitalist sistemin basit bir aracına indirgenmiş durumda; bilgiyi yalnızca statükoyu sürdürmek ve egemen sınıfın çıkarlarına hizmet etmek amacıyla üretiyor. Bu durum, akademisyenlerin kendilerinin de sistemin kölesi haline gelmeleri, gerçek entelektüel merak ya da keşfe yer bırakmayan bir yayınla ya da yok ol döngüsüne hapsolmaları gerçeğiyle daha da kötüleşiyor. Sonuçta ortaya çıkan bilgi üretimi sığ, miyop ve nihayetinde herhangi bir gerçek değerden yoksun. Akademik dünya, yayın yapma ve fon sağlama baskısının her türlü özgün bilgi arayışının önüne geçtiği bir tür hamster çarkına dönüştü. Görünüşte akademik özgürlüğü korumak ve yeni fikirlerin geliştirilmesini teşvik etmek için var olan tenure sistemi, bunun yerine akademisyenlerin güvenli, kabul edilebilir ve nihayetinde meydan okumayan çalışmalar üretmeye teşvik edildiği bir uyum kültürü yarattı. Bu durum akademik çevrelerde eleştirel düşünce, yaratıcılık ve yenilikçiliğin azalmasına yol açmış, akademisyenler insan bilgisinin sınırlarını ilerletmekten ziyade kendi konumlarını güvence altına almak ve kendi itibarlarını yükseltmekle ilgilenir hale gelmiştir. Bilgi arayışı kâr arayışına tabi kılınmış, üniversiteler uluslararası öğrencilerin işe alınmasına, patentlerin alınmasına ve kurumsal ortaklıkların kurulmasına gerçek entelektüel sorgulamanın geliştirilmesinden daha fazla öncelik vermiştir. Bu durum akademik söylemin homojenleşmesine yol açmış, akademisyenler giderek daha fazla aynı teorik çerçevelere, metodolojilere ve disipliner geleneklere bel bağlamış ve statükoya meydan okuma potansiyeli taşıyan disiplinler arası veya işbirliğine dayalı çalışmalara daha az yönelmişlerdir. Disiplinlerinin dogmalarına ve meslektaşlarının beklentilerine tamamen bağlı oldukları halde kendilerini özgür düşünürler olarak gören akademisyenlerin kendini beğenmiş hallerine artık şaşırmıyorum. Entelektüel merak ve yaratıcılık taklidi yapabilirler ama çalışmaları kendi alanlarının dar sınırlarıyla kısıtlı kalır ve düşünceleri, tüm duruşlarına rağmen, nihayetinde türevsel ve imgelemden yoksundur. Bu tür bir kendini kandırma, belki de akademik hayatın en büyük ironisidir; zira entelektüel yeniliğin ön saflarında yer aldığını iddia edenler, çoğu zaman entelektüel açıdan en durgun olanlardır. En önemsiz ve anlaşılmaz konularda, kendilerinden başka kimse tarafından okunmayacak risaleler yazma çabalarında şans ve maaş onların yanında olsun.